Alman tarihçi ve sosyolog Norbert Elias “ Saray Toplumu” isimli kitabında La Bruyere’den şu alıntıyı yapar: “ Saray yaşamı ciddi, melankolik bir oyundur, kuralı şudur : Taşlarını ve silahlarını hazır etmek, bir hedef belirlemek, onun peşinden koşmak, rakibini savuşturmak ve kaprisi bir araç olarak kullanmak. Tüm bu hayal ve önlemlerden sonra bazen şah olunur bazen de mat. “ Elias’ın anlattığı saray mutlakiyetçi rejimlerin hakim olduğu döneme aittir. Aristokrasi ile burjuvazinin yenişemediği, kralın tüm güçleri kendi elinde topladığı, soyluların yerel güçlerini kırmak için Versay’da yaşamaya zorlandığı bir dönemin saray hayatını ve ilişkilerini anlatır Elias. İktidar ilişlilerinin merkezinde bulunan kral “ rekabetlerle oynar, bunları kontrol altında tutmak için bizzat tetiklediği de olur. “ Elias bir tiyatroya benzettiği saray ilişkilerinin, “ ancak kulislere bakılarak anlaşılabileceğini “ söyler. Her grup bir diğerine karşı tehlike oluşturabilirse de bunlardan hiçbiri iktidarı mutlak olarak kontrolü altına alamaz. Ortaya çıkan denge kralın mutlak gücünü oluşturur.
Hegel hukuk felsefesinde “ hükümdarın gücü kuralsızlığından gelir” demişti. Türkiye’nin hakim sınıfları 15 Temmuz darbe teşebbüsünün ortaya çıkardığı devlet krizini bir saray düzeni kurarak aşmaya çalıştılar. Çökmüş olan devleti, iktidarı mutlaklaştırıp tek bir kişinin elinde toplayıp aşma projesiydi kurgulanan. Büyük bir vakum ortaya çıkmıştı ve hiçbir gücün oluşan boşluğu tek başına doldurabilme kapasitesi yoktu. Birbirlerine ölümüne düşman olan çevreler bir saray düzeni etrafında geçici ateşkesler ilan etmişlerdi. Herkes ortaya çıkan boşlukta ileriye doğru hamleler yaparak gücünü azamileştirmeye çalışıyordu. Büyük bir kriz içinden geçen ve bu krizin gelecekte bir bunalıma dönüşeceğini öngören Türkiye kapitalizmi de can simidine sarılır gibi bu projeye tutunmuştu. Ancak, hakim sınıf olarak son sözü kendilerinin söyleceklerinden emin olmalarına karşılık, Erdoğan önlerine ummadıkları sürprizler çıkarttı. Emeğin baskılanmasının, grevlerin ertelenmesinin, artan karların elbette bir diyeti olacaktı.
Keskin gözlemciler yeni duruma hemen “ saray rejimi” adını koydu. Ancine regime’yi yani eski rejimi çağrıştırdığı için kullanılan kavram hızla tuttu. Erdoğan’a muhalif olanlar için Türkiye’deki yeni düzeni isimlendirmenin en kestirme yolu oldu. Cumhuriyete inanan kuşaklar için iktidarın simgesel mekanı Çankaya’ydı. Gösterişten uzaklığı, mütevazılığıyla bozkırın ortasında yeni yaşama iradesinin ülküsüydü adeta. Bir Ermeni gayrimenkulü olduğu ise özenle gizlendi halktan. Saray israfı, ulaşılamazlığı, ölçüsüz lüksü temsil ederken yeni devletin merkezine dönüşen Köşk alçakgönüllülüğün, şatafattan uzaklığın adıydı.
Türkiye’nin saray düzeni de tıpkı Hegel’in dediği gibi kuralsızlık, hukuksuzluk ve ölçüsüzlük üzerine inşa edildi. Oradaki şatafat, gösteriş, lüks devlet kudretinin göstergeleriydi. Erk parlementodan, yargıdan, iktidar partisinden bile uzaklaşmış saraya hapsedilmişti. Saray kendini topluma kapattığından gerçek güç ilişkilerini okuyabilmek, anlayabilmek de, ancak saraya giriş bileti olan iktidar yazıcılarının aktardıklarıyla mümkündü. Selvi gibiler bu dönemin mahsulüdür. Onlar da önlerine tutuşturulan, yazmaları istenilenleri önümüze getiriyorlardı sadece.
Biz maddeci bir toplum ve devlet analizine sahip olduğumuz için “ saray düzeninin” işleyişi konusunda kendimizi bir yanılsamaya kaptırmadık. Sarayın iktidar oyununun merkezi haline geldiğini teşhis ettik. İktidar bloku dediğimiz yapının asla bir tarihsel bloka dönüşemeyeceğini söyledik. Bu blokun tercihlerin değil mecburiyetlerin sonucu olması hasebiyle alabildiğine kırılgan olduğu sonucuna ulaştık. Erdoğan hiçbir gücün bir diğerini tasfiye edebilecek güce ulaşamadığı özel bir evrede son sözü söyleyebilen bir figürdü. Ayrıcalığı tüm güçleri kontrol edebilecek, birbirlerine karşı kullanabilecek bir düğüm noktasında bulunmasında yatıyordu. Başkancı rejim bunun Anayasal ifadesiydi.
Türkiye’de yetenekli gazeteciler var kuşkusuz. Sistem vasatlığı muteber kıldığı için bunlar şimdi merkez denilen medyada istihdam edilmiyorlar. Ya muhalif denilen medyada ya da kendi özel haber sitelerinde yorum ve değerlendirmelerini paylaşıyorlar. Murat Yetkin soldan da geldiği için aralarında en yetenekli olanlarından. Ancak ufukları burjuvaziyle sınırlı olduğundan anlattıkları hiçbir zaman gerçek bir analiz düzeyine ulaşamıyor. Ya kulis bilgisi aktarıyorlar yada izlenimci bir ressam gibi olguların kendilerine göründüğü dar bir perspektiften resmini çiziyorlar. Bu kısıtlık yeteneksizliklerinden değil burjuva dünya görüşünün sınırlığından kaynaklanıyor. Lucaks’ın “ Tarih ve Sınıf Bilinci”nde uzun uzun anlattığı gibi reel dünyada olgular insana hep bir karmaşa halinde görünür. Bütünlük duygusu kaybolduğundan olgular arasındaki bağı kurabilmek imkansızlaşmıştır.
Yetkin bugünkü yazısında saray düzeninde güç maksimize etmeye çalışan aktörlerin sırayla tasfiye edildiklerinden, itibarsızlaştıklarından bahsediyor. Sadece olgulara dikkat çekiyor ve gelişmeleri alt alta diziyor. Gerçek güç ilişkilerinin analizinden yoksun bir tablo sunuyor bizlere. Bunu kötü niyetinden yapmıyor. Dünyasını olguların aktarımıyla sınırladığından aradaki diyalektik bağı kurmaktan yoksun kalıyor. O bağı kurabilmek bu karmaşada “ saray düzeninin “ maddeci bir okumasıyla mümkün ancak.