Geç Osmanlı dönemini de dahil ederek, siyasi parti tarihimizde ilk sağ partinin hangisi olduğunu tespit etmek, ardından ilk sağ kadronun isim ve liderini bulmak imkansıza yakın bir zorluk içeriyor. Bu zorluk, evrak ve malumat eksikliğinden kaynaklanmıyor şüphesiz. Sağ ve sol kavramlarının Batı’da çıkış ve anlam kazanma süreçlerinin bizimle hiçbir alakasının olmaması bu zorluğun ana nedeni. Mesela Kazım KARABEKİR’in Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, ya da Fethi OKYAR Bey’in Serbest Cumhuriyet Fırkası Türk siyasetinin ilk Sağ partileri olabilir mi?
CHP’den kopan dört kişinin kurduğu (BAYAR, MENDERES,KORALTAN,KÖPRÜLÜ) Demokrat Parti ilk sağ partimiz sayılır mı? Olabilir. CHP neden olmasın…?
Biz başlangıcı, CHP Genel Başkanı İsmet İNÖNÜ’nün 1965 yılında yaptığı “ortanın solundayız” açıklamasını milat alıp, o gün bu açıklamanın da etkisiyle sağın dip dalgadan yükselerek var olmaya başladığını; milliyetçi, muhafazakâr, mukaddesatçı, liberal, Anadolucu, köylücü fikir adamlarının kalem oynatmasıyla beraber, nihayetinde DEMİREL’in Adalet Partisinin başına geçmesiyle başlatıp, tarihlendirebiliriz. Meramım kavramsal bir tartışmadan bağımsız olduğu için, bu bahsi burada kapatıyorum.
DEMİREL ile başlayan sağcılığı; Muhafazakâr, milliyetçi, kalkınmacı olarak özetleyebiliriz. Biraz daha eşelediğimiz vakit; vatandaşın inanç dünyasıyla kavgalı olmayan, bunun yanı sıra Atatürk devrimlerini benimseyen, Laiklik ile –Cumhuriyet kadar çok zikretmese de-barışık, Cumhuriyet ve Demokrasi ile bağdaşır bir siyasal durum diye özetleyebiliriz. Dâhili ve harici bazı zorlamalar ve tazyik karşısında, sahiplendiği kavramların içtihadında, ara sıra değişikliğe gitme durumu doğsa da, genel fikri çerçeve yukarıda arz ettiğim şekildedir.
Bu yönleriyle sağ, Türk siyasetinde belirleyici olmuş, birçok seçimden zaferle çıkarak, geniş halk kitlelerinin teveccühünü kazanmıştır. Dindarlık ve Milliyetçilikle kurduğu ilişkide, fanatizmden uzak, görece makuldür. Radikal istemleri, ırkçı temayülleri, faşist, şeriatçı istek ve arzuları sağ partiler, çoğu zaman ilginç bir şekilde frenlemiş, ılımlı bir seviyeye çekmiştir.
İslamcılıkla alakalı simbiyotik ve pragmatik bir ilişki kurmuş olsa dahi sağcılık, hiçbir zaman İslamcılığı içine sindirmemiştir. Aynı durum İslamcılık içinde geçerlidir. ERBAKAN her ne kadar Adalet Partisine girmeye çalışmışsa dahi, yaşamı boyunca sağcılığı reddetmiş, hatta içine solu alacak şekilde “biz ve onlar” tasnifini yaşamının sonuna kadar sürdürmüştür. DEMİREL’in dâhiyane öngörüsü ile ERBAKAN’ı partiye almaması, İslamcı siyasetin Sağ’ı yutma istidadının o günlerde DEMİREL tarafından tespiti şeklinde görmek mümkündür. Bu yönüyle sağ, İslamcılıkla kurduğu ilişkide, İslamcılık’tan daha prensiplidir.
Bugün, Gelecek Partisi Genel Başkanı olan Ahmet DAVUTOĞLU’nun yakın bir tarihte “biz sağcı değiliz” demesi ayrıca dikkate değerdir. Yine sağ siyasetçilerin kültürel düzeyi yüksek muhit ve programlarda, “Das Kapital’i çok erken yaşlarda okuduklarını” söylemeleri ise, sol karşısında fikri durumlarını izah etmede yardımcı nakarat olarak bir kenarda durmalıdır.
DEMİREL’den sonra Sağ parti ve lider halkasına tereddütsüz ekleyeceğimiz olgu; ANAP ve ÖZAL’dır. Milli görüşle 1980 öncesine dayalı ilişkisi (1977 MSP İzmir Milletvekili adaylığı), İskenderpaşa dergâhı ile olan bağı nedeniyle tarikatçı kimliği olsa dahi ÖZAL, İslamcı değil, sağcıdır. Yapıp ettikleriyle Siyasal İslam’ın dal budak sarmasına zemin hazırlasa dahi, sağcıdır.
Siyasal İslam’ın Üniversite muhitinde ciddi itibarı olan Sabahattin ZAİM’in “ DEMİREL onlardan ama bizi idare ediyor, Özal bizden ama onları idare ediyor” dese de, benim kanaatim iki liderin de sağcı olduğu yönündedir.
Geriye dönüp baktığımda “Din’in” şiddet ve nefret siyasetinin argümanı haline getirilip siyasallaştığı bir zamanda, Milliyetçiliğin faşizan bir duruma evirilmesinin potansiyeli karşısında sağın, makul ve naif bir görev ifa ettiğini söyleyebiliyorum. Türkiye’de var olan sosyolojik gerçeklere rağmen Sağ siyaset; Din ve Laiklik, Din ve Devlet ilişkisi, Batı ile olan münasebetler, geçmişten gelen softa telakkinin izalesi, geleneğin yıkıcı etkilerine karşın Kadın erkek ilişkilerindeki görece dengeli tutumuyla; gerek topluma, gerek inanç alemine, gerekse Devlet nizamına, Müslüman bir ülkede, Ortadoğu coğrafyasında, tarihsel tortulara rağmen, uygulanabilme potansiyeli yüksek, sınır ve çerçeveler çizme yönelimini gösterebilmiştir. Zaafları ve kusurları ayrı bir bahistir.
Tüm bunlardan sonra Türk siyasetini yarım asır yöneten sağ zihniyet nereye gitti? Sağ siyasetçiler nasıl kayboldu? DYP ve ANAP’lı diye bildiğimiz toplumsal öbek nerede?
Bir daha geriye gidelim. Sağ siyaset içinde yer alan İslamcılar( Süleyman Arif EMRE, Hasan AKSAY gibi) kimliklerini koruyarak, asimile olmadan varlıklarını devam ettirip, daha sonra Milli görüş partilerine, en nihayetinde Ak partiye gelmeleri serüvenini rahatlıkla ifa etmişlerdir. Bu tespiti ilerde olanlara ışık tutması adına parlatıyorum.
2002 seçimlerinde sağ partiler -DYP ve ANAP- toplam % 15 oy aldılar ama seçim sistemindeki adaletsizlikler nedeniyle Meclise giremediler. Ak Parti ise; geniş bir tabana yayılmak, zinde güçlerle bir zeminde buluşabilmek, meşruiyet sorunu yaşamamak adına merkez sağ parti olarak seçimlere girdi. Muhafazakâr Demokrat kavramı bir yönüyle İslamcılığı örten, siyasal İslam’ın yarattığı güvensizliğe karşı resmi ve gayri resmi çevrelere itimat telkin eden ,”suizanları” önlemeye dönük bir stratejiye matuf olduğu aşikârdı. Asıl kimliği kamufle eden bir yanı da vardı hiç şüphesiz.
Esas meseleye gelecek olursak, meselenin nirengi noktası, 2002 sonrası oluşan reel siyasette Ak Partinin gerek parti içerisinde, gerekse geniş toplum kesimlerinde, sağ siyaseti ilk önce dönüştürmesi, ardından yutup yok etmesidir.2010 yılları sonrası esas kimliğini tahkim edip, İslamcı vurgularla asimile ettiği sağ cenah, 2015 yılına geldiğimiz vakit artık bildiğiniz siyasal İslamcıya dönüşmüştür.
Ben bu durumu örgütsel motivasyonun, kalkınmacı icraatın gücünden çok, siyasal İSLAM’ın dayandığı metafizik motivasyona bağlıyorum. Bu motivasyonun; siyaseti aşkın bir davaya dönüştürmesi, partiyi Tanrısal iradenin uygulayıcısı zannetmesi, parti üyelerini müride çevirmesi gerçeği, her türlü fiziki/aleni/açık yanlışı örtbas etme etkisi yaratması karşısında; seküler/ dünyevi muhalif partilerin bu güç karşısında nasıl mücadele ve politika üretebileceği sorunu hakiki bir sorundur.
Geldiğimiz nokta itibariyle, dindarlığa mündemiç İslamcılığın karşısında, günahkârlara mahsus bir mahcubiyetle teslim olan “günahkâr” sağcının büründüğü tipolojinin tüm tezahürlerine, sosyal medyada rast gelmek mümkün. Batıya kahreden, Abdülhamid’i çok seven, Necip Fazıl’a bayılan, Cuma ve kandil mesajlarıyla kaim, ara sıra yılbaşına öykünen, Dinle aşkın bir bağ kurmadan dindar, anti entelektüel, ara sıra harf devrimini ara sıra hilafetin ilgasını dert eden, hatip ve vaiz takımına meftun, son yıllarda milliyetçi ve devletçi, nevzuhur vasat bir tipoloji.
Parti içerisinde sağcılıktan gelip, İslamcılığa evrilen ve bunun etkilerini bariz bir şekilde gördüğümüz kişi ise hiç şüphesiz İçişleri Bakanı Süleyman Soylu olmuştur. Ak Parti’nin 2015 sonrası; İslamcılığa Milliyetçiliği aşılaması, yardımcı unsur ve rıza üretim kaynağı olarak Muhafazakârlık sosuyla bezemesi, bu terkibin neticesi, Süleyman SOYLU’da ete kemiğe bürünmüştür. Yapılan kamuoyu araştırmaları, neticesinde Ak Parti içerisinde ERDOĞAN’dan sonra en güçlü figür olarak SOYLU’nun öne çıkması, geniş halk kitlelerinin yaşadığı dönüşümü göstermesi açısından da hayli dikkat çekicidir.
Bu durum, İslamcılığın, sağcılığa galebe çalması olarak görüleceği gibi, aynı düzlemde ayrı şubeler olarak var olan akımların, bir araya gelip, güçlünün diğerini yutması sonucu, gerek İslamcılığın, gerekse sağcılığın bünyelerinde bulunan makuliyeti nasıl sıfırladığını göstermesi açısından, sosyal bilimlerin dikkatini çekmesi gereken bir duruma da işaret eder.
Adana’da yetişen, meyve veren Narenciye bahçesi, Kayseri’ye taşınınca kurumuş toprağa da zarar vermiştir.