Geçen gün evimizin yanı başındaki parkta oturmuş, çevreyi izliyor, feri kaçmış kış güneşinin tadını çıkarıyordum. Parktaki spor aletlerinin her birinde genellikle de orta yaşlardaki bazı insanlar spor yapıyordu. Banklarda, güneşlenen yaşlı insanlar koyu bir sohbetin içindeydiler. Parkta köpeğini gezdiren genç kızlar ve delikanlılar, tasmalı köpeklerinin keyfine göre sağa sola dönüp duruyorlar, dilsiz dostlarının daha fazla özgürlük çabalarına izin vermiyorlardı. Biraz ilerideki basket sahasında futbol oynayan gençlerin sesleri hiç kesilmiyordu.
Yan taraftaki banklarda birbiriyle küs gibi, konuşmayan ama yan yana oturan değişik yaş gruplarında kadınlar ve erkekler vardı. Bu kişilerin başları öne eğik, gözleri ellerindeki telefonlarındaydı. Dış dünyadan kopmuş, ellerindeki telefonla hemhâl olmuş gibiydiler.
Onlara baktıkça deli sorular, aklımda fink atmaya başladı. Oturduğum bankın sol tarafına döndüm. Yan tarafta oturan, tanımadığım adama gayriihtiyari sordum:
“Günümüzde insanın en yakın, en sadık, en dürüst dostu kimdir, biliyor musunuz?”
Adam şaşırmıştı. Tanımadığı birinden böyle damdan düşer gibi bir soru gelince afalladı. Düşünmeye başladı.
“Sizce?” dedi.
Akıllı, mantıklı birine benziyordu. Sorduğum soru, adamın akıllı bir manevrasıyla bumerang gibi bana dönmüştü. Benim de ondan altta kalır yanım yoktu. Soruyu boşuna sormamıştım. Adam da karşı soru sorduğuna göre beni dinleyecekti demek.
Konuyu sadeleştirmek için,
“Canlı mı, cansız mı?” dedim.
“Hem canlı hem cansız.” cevabını alınca adamın da sohbet için can attığını anladım ve hiç düşünmeden,
“Canlılardan köpek, cansızlardan da akıllı telefon…” dedim.
“Nasıl olur ya!..” diye şaşırınca da açıklamaya başladım.
“Çevrenize bir bakın! Canlılar içinde insanı terk etmeyen, canını dahi tehlikeye atarak sahibini korumaya çalışan köpeğin dostluğuna, sadakatine kimse itiraz etmez, sanırım. Sahibi öldükten sonra bile mezarının başından günlerce ayrılmayan köpek hikâyeleri dinlediğinizden de eminim.”
“Evet, doğru. Çok dinledik. Peki, akıllı telefon ne alaka?” diye sordu hemen ardından.
“Sizi daha fazla merakta bırakmayayım.” diyerek akıllı telefonun yaşamımızdaki yerini basit örneklerle anlatmaya başladım.
“Akıllı telefonlar her işimizi kolaylaştırıyor. Al şu bilgiyi sakla, zamanı geldiğinde isterim, diyorsunuz. Emanetinize ihanet etmiyor, sadık kalıyor, zamanı geldiğinde verdiğinizi eksiksiz olarak size teslim ediyor. Ben unuturum, şu gün, şu saatte, şu işimi bana hatırlat diyorsunuz, saniye sektirmiyor. Sabah yedide beni uyandır, derseniz sizi uyandırana kadar susmuyor. Hatta isterseniz sevdiğiniz bir melodiyle de uyandırabiliyor sizi. Bildiğin, bilmediğin konularda ne sorarsan sor, üşenmeden, nazlanmadan cevap veriyor. Bir kere bile “Of, bıktım senin elinden!” demiyor. Yalnızlıktan canınız sıkıldığında size en eğlenceli bir arkadaş oluveriyor. Oyun mu istiyorsun, müzik mi diye soruyor. Eşimi dostumu özledim dediğinizde, isterseniz görüntülü olarak da sizi onlarla konuşturuyor. Bu kadar yeter mi? İstersen daha da sayabilirim.”
“Yeter, yeter! Anladım ama benim aklımdan yakın dostlarım geçmişti.” diye hafiften itiraz eder gibi oluyor.
“Bir köpeğin ya da akıllı bir telefonun hiç itiraz etmeden sürekli yaptığı hizmetlerden birini, kaç yakın dostunuz, kaç akrabanız yapar? Ya da tersini bir düşün. Siz, kaç dostunuz veya akrabanız için bu kadar hizmeti, gıkınızı dahi çıkarmadan kaç gün yapabilirsiniz? Söyleyin bakalım!..” dediğimde, sus pus olmuş, derin düşüncelere dalmıştı.
Bir süre konuşmadan, ağaçlara, kuşlara, gökyüzüne baktı. Sonra da başını kaşıdı, söyleyecek bir şey aranır gibiydi. O anda klasik, sabit bir telefon sesi duyuldu. Adam toparlandı, rahatlamış gibiydi. Sonra ceketinin yan cebinden telefonunu çıkardı. Eski model telefonunun ekranındaki ismi görünce ayaklandı. Telefonu kulağına götürürken bana baktı, “Sen benim külâhıma anlat, vay yavrum vay!..” der gibi, elini bir iki defa salladı, sonra da arkasını döndü ve yürüyüp gitti.
Adamın el hareketlerine bozulmuştum. Söylediklerimi neden ciddiye almadı diye düşünmeye başladım. Teknoloji her zaman insanları mutlu etmiyor, bazen de felaketlere neden olabiliyordu. Adam giderayak yaptığı el hareketiyle bunu mu anlatmak istemişti bana? Biraz düşününce adamın haklı olabileceği örnekler aklıma gelmeye başladı. Adamın da haklı olduğu durumlar olabilirdi.
Örneğin, dinamitin mucidi Alfred Nobel, buluşunun insanların yararına kullanmak yerine, onları öldürmek amacıyla kullanılmasından rahatsız olduğu için tüm gelirini kurduğu bir vakfa bağışlamıştı. Bu vakfın, her yıl birçok alanda başarılı kişilere yüklü miktarda para ödülü vermesini vasiyet etmişti. Bu davranışı bilimin, sanatın gelişmesine önemli bir katkı mıydı yoksa vicdanını rahatlatacak bir tür günah çıkartma mıydı?
Biraz daha oturup güneşin keyfini sürdüreyim derken, bu kez ben derin düşüncelere dalmıştım. Neyse ki sadık dostumun uyarısıyla derin düşüncelerden sıyrıldım. Arayan eşimdi.
“Gelirken ekmek almayı unutma!..” diyordu.
Sadık dostum, beni yine bir sıkıntıdan kurtarmıştı!