Ekim Devrimi’nin 105.Yılına...
Sovyetler dağılır Lenin heykelleri üzerinde tepinilirken sol da bir kısım çevreler büyük marksist Rosa Luxemburg’u Lenin’in karşısına çıkarmaya cüret etmişti. Bambaşka ve uzun bir yazının konusu olmakla birlikte şu söyleniyordu; Lenin bir jakoben ve tepeden inmeciydi. Önerdiği parti modelinden geriye sadece merkeziyetçilik kalır o da giderek önce merkez komitesinin en sonunda da liderin kayıtsız şartsız sultasına dönüşür. Ayrıca Lenin gözü dönmüş bir despot olarak devrim ile değil bir darbe ile iktidarı almıştır. İç savaş sırasında ise devrimci şiddetten uzaklaşmış ve kör bir terör uygulamıştır. Diğer partilerin varlığına son verilmiş ve parti içindeki eğilim hakkı bile ortadan kaldırılmıştır.
Rosa ise kitlelerin kendiliğindenliğine ve sınırsız demokrasiye inanıyordu. Lenin’in parti modeline karşı çıktığı gibi Ekim Devrimi’nin de en sert eleştirmeni olmuştu. Tüm bunlar aslında Lenin’den uzaklaşmanın bir bahanesiydi. Amaç bu uzaklaşmaya itibarlı bir Marksistte yaslanarak bahaneler uydurmaktı. Uzaklaşmanın varacağı yeri kestirmek ise zor değildi. Rosa ile Lenin arasındaki tartışma 20.yüzyılın iki büyük devrimcisi arasında yürütülen yoldaşça bir tartışmaydı. Ulusal sorun konusunda da aralarında ciddi ayrımlar vardı. Lenin ezen ulusun bir üyesi olarak tavizsiz biçimde ayrılma hakkını savunuyordu. Rosa ise yüzlerce yıl çarlık çizmesi altında ezilmiş bir halkın Polanya halkının bir üyesi olarak ayrılmadan değil birlikten yanaydı. Bir devrimci olmanın ancak sonuna kadar demokrat olmakla mümkün olduğuna inan Lenin ise ezen ulusun Marksistlerinin gönüllü birliği savunmaları gerektiğine inandığından bunun yolunun ayrılma hakkını savunmaktan geçtiğini düşünüyordu.
Rosa Ekim Devrimine sonuna kadar destek vermişti. Diğerleri gibi devrimin zamansız olduğunu düşünmüyordu. Aşamalı devrimi savunanlar Rusya’nın geriliği nedeniyle önlerindeki devrimin burjuva devrimi olduğuna ve iktidarı da onlara teslim etmek gerektiğine inanıyordu. Lenin Nisan Tezleri ile birlikte Trotsky ile aynı noktaya gelmişti. Devrime önderlik eden işçi sınıfı köylülükle kurduğu ittifak üzerinden burjuvazinin proğramını da hayata geçirmek yükümlülüğündeydi. Bu görevi de tarih işçi sınıfının omzuna yüklemişti. Bu ise Trotsky’in sürekli devriminden başka bir şey değildi. İşte Rosa’da Lenin ve Trotsky gibi düşünüyor ve devrimin meşruluğundan hiç şüphe etmiyor ve zamansız bulmuyordu. Eleştirisi olağanüstü koşullarda başvurulan yöntemlerin ilke düzeyine yükseltilmesi riskineydi. Yoldaşlarını bu konuda uyarıyor ve dikkatlerini çekiyordu.
Bugün 105.yılını kutladığımız bu büyük ‘ olay ‘ darbe değil bir devrimdi. İktidarı alan güç Bolşevik Partisi değil halkın doğrudan örgütlenme organları olan sovyetlerdi. Sovyetler ise her devrimde karşımıza çıkan doğrudan demokrasi organlarıydı. Rusya’da sovyet denilen şeye Kurtuluş Savaşı Anadolusunda şura deniliyordu. Alman devrimi sırasında ise adı konseye dönüşüyordu. Örneğin 1918 yılında önce Bavyera’da hemen akabinde Macaristan’da kurulanlar gibi. Sovyetler, şuralar veya konseyler halkın bir devrimin içinde kurduğu öz örgütlenme organlarıydı. İkili iktidarı temsil ediyorlardı. Yıkılacak devlet iktidarının alternatifiydiler. Çünkü Marx’ın Paris Komünü’nden çıkardığı en büyük ders eski devlet makinasının mutlaka parçalanması gerektiğiydi. İşçiler onu olduğu gibi devralamazlardı. Bir diyalektik ustası olarak Marx biçim ile özü ısrarla birbirinden ayırmıştı. Kapitalizm çağında burjuva devleti sermayenin kendi biçimini almıştı. İşçilerin kuracağı sosyal cumhuriyetin bu aygıtı mutlaka yıkması ve ona kendi biçimini vermesi gerekliydi. İşte sovyet, şura ve konseyler işçi devletinin biçimlenmiş halleriydi. İktidarı da bir parti değil, ancak onlar devralabilirdi.
Tekrar Rosa’ya gelelim. Rosa için demokrasi meşruluğunu devrimden alıyordu. Demokrasi ancak devrim saflarında olanlar için geçerliydi. Bir devrim aynı zamanda iç savaş demekti. Hiçbir egemen sınıf tarihte iktidarını gönüllü olarak terk etmemişti. Devrimin öncelikli meselesi zordu. Devrim işlerini ancak zoru örgütleyerek çözebilirdi. Zor ise parlamenter budalalık ve şarlatanlıkların askıya alınması demekti. Zor karşı devrim için bir terördü. Her devrimin konusu buydu. İngiliz, Fransız ve Amerikan devrimleri de bu aşamalardan geçmişti. Demokrasi devrimin içinde olanları kapsıyordu. Bu konularda sahtekarlığa gerek yoktu. Rosa’da inanmış bir Marksist ve devrimci olarak bu ilkeyi savunuyordu. Bir yerde şöyle der; “ Karşı-devrimin gösterdiği bütün bu direnme, demir bir yumrukla, acımasız bir kararlılıkla adım adım kırılmalıdır. Burjuva karşı-devriminin karşısına proletaryanın devrimci şiddeti çıkarılmalıdır. (...) Karşı-devrimin şiddet tehditlerine karşılık, halkın silahlandırılması, hakim sınıfların silahsızlandırılması. (...) işçi sınıfının yoğunlaştırılmış, sıkı, bütünüyle geliştirilmiş iktidarı. “
Yukarıdaki satırları yazan birinin bir devrimde hakim sınıf temsilcilerine sınırsız düşünce ve örgütlenme özgürlüğü tanıyacağına inanabilir misiniz? Bunu her tür demokrasinin son tahlilde bir egemenlik biçimi olmadığını düşünen aptallar savunabilir. Aptallık kişisel bir özellik olarak belki anlayışla karşılanabilir. Ama bir devrim hengamesi içindeki aptallık insanı felakete sürükler. Rosa Alman devrimi uğruna hayatını kaybetmişti. Savaş sırasında ömrünü cezaevinde geçirmişti. Kuşkusuz 20.yüzyılın en büyük kadın şahsiyetidir. Bir o kadar da büyük bir kuramcıdır. Alman faşistleri olan freikorpslar onun varlığına tahammül edemediler. Cesedini lağım sularına attılar. Düşmanlarına karşı şunu haykırmıştı ‘ vardım, varım ve var olacağım ‘.