Benjamin uygarlığın ihtişamı karşısında büyülenip kendimizden geçmemiz için sıkı bir uyarıda bulunmuştu. Demişti ki ‘uygarlığa ait her şeye barbarlığın izi bulaşmıştır’. Bu gerçekten de çok etkili ve kulağa küpe yapılması gerekli bir uyarıydı. Ne Roma’nın Collesiumu ne de Atina’nın Akrapolü karşısında büyülenip estetik bir transa geçmemeliydik. Bizi kendimizden geçiren ve aşkın bir ruh haline sürükleyen şeylere silinmeyecek bir biçimde barbarlığın lekesi karışmıştı. Mısır’ın piramitleri için de aynı şey geçerli değil miydi? Firavunlar kendilerine ilahi bir kutsiyet atfedip tanrısallıkla donatıldıklarına inanan ilk krallardı. Piramitler binlerce kölenin emeği üzerinde yükselen yapılardı. Amaç firavunların hem dünyevi hem de ilahi güçlerine tam bir kusursuzluk sağlamaktı. Karşılarına geçip seyre dalan bir fani bu gücün haşmeti karşısında sıradanlığının acziyetini yaşayacaktı. Demek ki Benjamin haklıydı. Uygarlığa ilişkin her şeyde karşılığı verilmemiş emeğin, zulmün, aşağılanmanın işaretleri saklıydı.
Roma İmperiumu diğer tüm antikite imparatorlukları gibi köleci bir üretim biçimine sahipti. MÖ 225’te İtalya’da 600 bin köleye karşılık 4.400.000 kadar özgür yurttaş olduğu tahmin edilmektedir. Aradan yaklaşık 200 yıllık bir zaman geçip MÖ 43 yılına geldiğimizde 4,5 milyon özgür yurttaşa karşılık köle statüsündekilerin sayısı 3 milyona ulaşmıştı. Yurttaş sayısı neredeyse yerinde sayarken köle nüfusu beş kat artmıştı. Roma Cumhuriyetinde yurttaş nüfusu karşısında bir azınlık olan köleler Augustus’un kuracağı imperiuma yaklaşırken nüfusun yarısına yaklaşmaya başlamıştı. Roma, Yunan’da başlayan süreci mantıksal sonuçlarına ulaştırmıştı. Köleci üretim biçimi giderek Roma sistemini ayakta tutan bir güce dönüştü. Askeri güce ve bunun doğurduğu yağmacı bir militarizme sahip Roma için köle emeği birikimin en önemli kaldıracıydı. Fetihler hem arazi hem yağma hem de köle tedarik ediyor onun getirdiği büyüyen birikim ise daha fazla köle emeğini teşvik ediyordu.
Roma yayılmacılığının arkasındaki asıl teşvik edici güç hiç kuşkusuz ekonomikti. Latifindium dediğimiz devasa büyüklükteki tarım işletmelerini ilk defa Romalılar icat etti. Bu işletmelerin örneğin Toskana vadisindeki ortalama büyüklüğü 3 bin dönüm kadardı. Ünlü soylu aileleri içinde topraklarının büyüklüğü 200 bin dönüme ulaşanlar vardı. Bu sistem daha Cumhuriyet döneminde, MÖ 2.yüzyılda Neil Faulkner’in ‘villa devrimi’ dediği dönemde yerleşmeye başladı. Soylular kent merkezinde değil villalarda yaşamayı tercih ediyordu. Villalarında geniş aileleri, yardımcıları olan kahyaları ve ev hizmetlerinde kullanılan kölelerle birlikte yaşıyorlardı. Roma’nın nüfusu bir ara 750 bine ulaşmış, imperium yayıldığı alanlarda yüzlerce kent kurmuş olsa da Roma hiçbir zaman bir kent uygarlığı olamadı. Roma şehirleri iktisadi olarak kıra bağımlı kalmaya devam etti. Bunun nedeni bir karasal imperium olan Roma’nın aynı zamanda bir tarımsal imparatorluk olmasıydı. Ekonomi politiği bir yandan savaş ve yağmaya ama ağırlıklı olarak tarımdaki köle emeğinin yoğun sömürüsüne dayanıyordu.
Köleci üretim biçim bir zorunluluk sonucunda doğmuştu. Roma ordusunun savaş gücünü küçük çiftçiler olan assuidiler oluşturuyordu. Antikitede özgür yurttaş olmanın yolu savaş araçlarına sahip olmaktan geçiyordu. Daha düzenli orduların, paralı askeri sınıf olan lejyonların ortaya çıkmadığı bir dönemde savaşı yurttaş orduları yürütüyordu. Bunlar bir tür milisti. Ordular tam anlamıyla profesyonelleşmemiş ve toplumdan kopmamıştı. Savaş bir varoluş haliydi ve sürekli hareketlilik demekti. Savaş süreklilik kazanmaya başlayınca küçük çitfçiler topraklarından kopmaya, hayatlarını artık sürekli savaşarak geçirmeye başladı. Boş kalan topraklarına soylular tarafından el kondu. Geri dönemedikleri ve toprakları işlenemediğinden emekgücüne duyulan ihtiyaç her geçen gün arttı. Villa devriminin yaşandığı dönemde özgür yurttaşların %10’u her yıl düzenli olarak askere alınıyordu. Bu tür dönüşümler köle emeğine duyulan ihtiyacı had safhaya çıkarttı.
Roma’nın ihtişamı uzun bir süre üzerine yaslandığı üretim biçiminin yapısal kısıtlılıklarını gizlemeyi başardı. Çünkü köleci üretim biçimi kendini yeniden üretmek için gerekli olan içsel mekanizmalara sahip değildi. Çünkü köle emeği içsel istikrar sağlayabilecek bir karakterden yoksundu. Köle yalnız işgücü ile değil her şeyiyle sahibine aitti. İsyanları uzun soluklu olamadı. Devreler halinde sistemi sıkıntıya sokabilecek isyanlara kalkıştılar, ama sonuç alabilmeleri mümkün değildi. Karşılarına çıkan güçleri dize getirdiler, ama bir düzen kuramadılar. Düzen kurmaya kalktıklarında ise Roma’ya öykündüler.
MÖ 73 yılında Güney İtalya’da 70 kadar gladyatör muhafızlarını yok edip okuldan kaçtı. Güney İtalya’daki köleler nüfusun yarısını oluşturuyordu. Başlarında bulunan Spartaküs Trakyalı eski bir askerdi. Kısa bir süre içinde bütün İtalya isyanlarla sarsılmaya başladı. Karşılarına çıkan Roma ordularını yenilgiden yenilgiye uğrattılar. Sparataküs’ün başında bulunduğu köle ordusunun amacı Alpleri aşarak eski yurtlarına geri dönmekti. Roma Balkanlarda tam anlamıyla bir egemenlik kuramamıştı. Bu bölgelerin fethi ve bir düzen kurulabilmesi için MS 2.yüzyılı beklemek gerekecekti. Köle ordusu yüzünü tekrar güneye çevirdi ve burada yaklaşık altı ay süren bir köle devleti kurdular. Üç ordu Roma’dan Crassus’un, İspanya’dan Pompeius’un ve Doğu’dan gelen Lucullus’un orduları isyanı bastırmak için üzerlerine yürüdüler ve en sonunda yenildiler. Bir kısmı dağlara sığındı ise peşlerine düşen Pompei onları orada yok edecekti.
Roma ilk defa böylesine kapsamlı bir isyanla karşılaşmıştı. Bu isyan diğerlerinden çok farklıydı. Gerçek anlamda ilk defa köleler ayaklanmıştı. Daha öncekiler mevcut düzenin sınırları içinde kalan hoşnutsuzluklardan ibaretti. Ya güçlü bir consül ya bir tribüne ya da bir başka savaş komutanı Roma’yı tehdit etmiş veya kontrol ettiği eyalet de egemenliğini ilan edip pazarlık yapmıştı. Yine hem plepler hem de proletarie yani çocuklarından başka hiçbir şeyi olmayanlar huzursuzluklar çıkarmıştı. Ama bunların ardında hep bir silahlı hizbin desteği vardı. Roma yönetici sınıfı bu hoşnutsuzlukları gidermek için plepleri tribüneler aracılığıyla sisteme dahil etmiş ve bir kısmına senatörlük yolunu açmıştı, proletarieler ise Mısır’ın fethiyle birlikte bollaşan buğdayın bedava dağıtımıyla uysallaştırılmıştı. Köle isyanı Roma düzenini yıkabilecek tek girişimdi fakat yıktığını aşabilecek dinamiklerden yoksundu.
Köleci üretim biçiminin devamı sürekli bir köle arzını gerektiriyordu. Bu ise ancak yeni fetihlerle mümkündü. Roma bir imperiuma dönüştüğünde Akdeniz’in tamamı yağmalanmıştı. Germania, Daçya ve Mezepotomya ülkesinde ilerlemeler durmuştu. Principatelik iç konsolidasyona ağırlık vermeye başlamıştı. Ayrıca bu bölgelerin toplumsal formasyonları köle tedariği için çok da uygun değildi. Köle tedariği büyük ölçüde Batı’dan sağlanmıştı. Barış zamanlarında tedariği bu işin ticaretini yapan köle tacirleri sağlıyordu, ancak sayı ihtiyaçları karşılamaktan uzaktı. Sonuç fiyatların hızla yükselmesini doğurdu. MÖ 2-1 yüzyıldaki maliyetler MS 1 ve 2.yüzyıllara gelindiğinde 8-10 katına yükselmişti. Bu yükseliş köle sahiplerini risklerle karşı karşıya bırakıyordu. Her yetişkin köle öldüğü anda ölü bir yatırım haline geliyordu. Köle sayısı azaldığı gibi verimliliği de giderek düşmeye başlamıştı. Ayrıca köle emeği kol gücüne dayalı olduğundan dolayı teknik yeniliklere direnen bir yapısı vardı. Teknik yenilikler için yeterli düzeyde uyarıcıya sahip değildi. Teknikte ilerlemeler sağlanıyordu, ancak hem yetersiz düzeydeydiler hem de toplumsal ilişkiler bu yeniliklerle bağdaşmadığı için genelleşme imkanı bulamıyordu. Roma tarım ekonomisi gelip sınırlarına dayanmıştı.
Roma netice itibariyle bir toplumsal devrimle yıkılmadı. Roma’nın büyük tarihçisi Gibbon imperium’un sonunu iki gücün getirdiğini ileri sürmüştü. İlki Hıristiyanlık diğeri Barbar akınlarıydı. Her ikisi de aslında Roma’nın ömrünü uzatmıştı. Hıristiyanlık uzun bir süre takip altında kaldıktan sonra Konstantinus döneminde meşruluk elde etmeyi başarmıştı. Kilise bir devlet gibi örgütlenmişti ve Roma’nın yarattığı boşlukları hızla doldurmaya başladı. Ancak getirdiği düzen ile imperiuma ağır yüklerde bindirmeye başlamıştı. Binlerce insan çalışmadan aylakça yaşıyor ve kilise giderek en iyi topraklara el koyuyordu. Dolayısıyla kilise sistemin yıkımını giderek hızlandırdı.
Barbar akınları da bir süre Kıvılcımlı’nın dediği gibi barbar aşısı misyonunu üstlenmişti. Barbarlar yıkıcı güçleri ile önce yakıp yıkmışlar sonra da sisteme eklemlenmeye başlamışlardı. Hem komutan ve asker olarak imperiumun ömrünü uzattılar hem de bir süreliğine köle tedariğini sağlayan en önemli kaynaktılar. Ama Barbarlar komünal bir üretim biçimine sahiptiler. Toprağa dayalı köleliğe önemli ölçüde yabancıydılar. Kendi üretim biçimlerini köleci bir üretim biçimi içinde tümüyle eritmeleri mümkün değildi. Bu nedenlerle yıkıcı etkileri ağır bastı. Anderson’un dediği gibi antikiteye dayalı köleci üretim biçimi ile barbarlardan gelen komünal üretim biçiminin sentezi yeni bir üretim biçimi doğuracaktı. Onun tam teşekküllü doğumu için ise 10.yüzyılı beklemek gerekecekti.