Robinson Crouze sayısız temsil imkânına sahip bir romandır. Modern bireyin ilksel örneği kabul edildiği gibi insan doğasına ilişkin tartışmalarda da kurucu model kabul edilir. İnsan türünün fıtraten bencilliğini, çıkarcılığını ve özel mülkiyete olan düşkünlüğünü ispatlamak için ıssız adada yaşayan Robinson’a referans yapılır. Postkolanyal söylem de Cuma’yla ilişkisine odaklanarak emperyal öznenin rol modeli kabul eder. Bir önceki yazıda yaptığımız gibi Aydınlanmanın sönük bir temsili olduğu gibi Protestan benliğin vücut bulmuş hali de kabul edilebilir. Bu örnekleri daha da çoğaltabiliriz. Biz bu yazıda Robinson ile Cuma arasındaki ilişkiye odaklanacağız.
16.yüzyıl sömürgeciliğin altın çağı kabul edilir. Önce İspanyollar hemen ardından da İngilizler dünyayı keşfetmek ve keşfettikleri yerleri tahakküm altına almak konusunda diğer ülkelerden daha ilerideydiler. İspanyollar denizcilikte bir armada olmalarına karşılık esasında bir kara imparatorluğu kurmuşlardı. Bir asrı ancak aşabilen hegemonik güçleri çok kalıcı olamadı. Ama Yunanlardan sonra asıl denizci millet İngilizlerdi. Carl Schmitt aşağılama ifade eden bir şekilde İngilizlerin korsan bir millet olduğunu söyler. Korsanlık başkalarının malına mülküne çökmek anlamına gelir. Karasal devletler haydut iken denizlerde egemenlik kovalayanlar korsandır. Her ne kadar bu ifadelerimiz Schmitt’ in hoşuna gitmeyecek olsa da.
Robinson adada vahşileri gördükten sonra türüne yakıcı bir özlem duymaya başlar ve şunları söyler: ‘ Yapayalnız geçirdiğim bütün bu zaman içinde türdeşlerime karşı bu kadar içten, bu kadar güçlü bir arzu ya da yokluklarına ilişkin bu kadar derin bir üzüntü duyduğum hiç olmamıştı. (…) ‘Ah, keşke birisi bari kurtulsaydı! ‘ sözcüklerini binlerce kez yineledim sanırım (…) ‘’ Bu iç çekmelerden, hayıflanmalardan zannederiz ki Robinson insan türüne karşı yakıcı bir özlem içindedir. Roman burjuva hümanizmine kendimizi kaptırmamıza çok fazla izin vermez. Biraz ileride bu özlemin her dil, din, renk ve cinsten insanı değil sadece Hıristiyan türdeşleri olduğunu anlarız: ‘’ (…) Hıristiyan türdeşlerimden birisiyle sohbet edebilmenin beni ne kadar rahatlatacağını anladığımda zihnimde oluşan coşkulu dileklerle güçlü fikirlerin etkisiydi bu.’’
Batı her ne kadar Fransız devrimiyle birlikte insanlar arasındaki soyut eşitliği kabullenmiş ise de gerçek eşitliğin tesisi için daha çok zamana ihtiyaç vardı. Daniel Defoe’nin yaşadığı çağda ise Batı bilimi soyut eşitliği dahi kabullenemiyordu. Her türlü tahakküm ona eşlik eden bir bilgi olmadan kurulamaz. Sömürgeciliğin gözde bilimleri ise coğrafya ile sonradan antropoloji olarak sınıflandıracağımız bilimdi. Hem coğrafya hem de antropoloji Batılı, Hıristiyan, erkek olan beyaz adama doğal bir üstünlük tanırken diğer renk, cins ve özelliklerdeki insanı daha aşağı bir statüye yerleştirdi. Teoloji de işin içerisine kutsallığı bulaştırdı. Tanrı insanı bu şekilde yaratmıştı. Aralarındaki hiyerarşi Tanrı’nın eseriydi. Yağma, talan ve fethin bu argümanlarla normalleştirilmeye çalışıldığını biliyoruz. Edward Said şarkiyatçılığın bir 19.yüzyıl bilim kolu olduğunu söylemişti aynı adı taşıyan kitabında. Said yakın şark ve Müslümanlar üzerinde şarkiyatçılık aracılığıyla kurulan tahakküme ilgisini yöneltmişti. Robert Bernasconi ‘ Irk Kavramını Kim İcat Etti? ‘ ismiyle Türkçe’ye de çevrilen mühim kitabında Batı Felsefesinin bir bütün olarak ırkçılıkla malül olduğunu iddia eder. Hume’ün, Locke’un Kant’ın, Hegel’in ve diğerlerinin metinlerini titiz bir okumaya tabi tutan Bernasconi bu iddiasına ciddi dayanaklar sunar.
Dolayısıyla Robinson, Batılı ve Hıristiyan olanın fıtraten üstün diğerlerinin aşağı kabul edilmesinin olağan sayıldığı bir çağda yaşıyordu. Çağının sınırlarını aşmak herkesin harcı olmadığından Robinson’un zihni de bu tür güçlü önyargılarla yüklüydü. Robinson Cuma’nın da aralarında bulunduğu vahşileri elindeki yok etme aygıtları ile öldürür. Aralarından gençliği ve çevikliği ile bir Cuma kurtulur. Robinson’un elindeki silahı kendi tapındığı Tanrılardan daha güçlü gören Cuma ona teslim olur. Roman bu sahneyi şöyle canlandırır: ‘’ (…) bana şükran duyduğunu göstermek için bir sürü jest yaparak kendini bir kez daha yere attı. En sonunda başını önceki gibi yere ayağımın yanına uzatıp, ayağını da başının üstüne koydu ve yaşadığı sürece hizmetimde olacağını anlatmak için akla gelebilecek her türlü boyun eğme, kulluk ve teslim hareketini yineledi. ‘’ Robinson vahşinin bu davranışlarından en küçük bir rahatsızlık duymaz. Bunu kendinde doğal bir hak olarak görür. Vahşiyi isimlendirir ve Cuma günü karşılaştıklarını düşünerek ona bu adı verir.
İsimlendirme, adlandırma kuşkusuz en önemli tahakküm simgesidir. Çünkü karşınızdakinin bu hakka sahip olmadığını düşünmek baskının en somut ifadesidir. Cuma üzerinde kurduğu tahakküm Robinson’u rahatlatmaz. Cuma bir yabancı olmanın gizemine sahiptir. Onun üzerindeki kudretini Tanrı’nın müminleri üzerindeki gücüyle eş görse de Cuma aralarına çekilmiş iki çitin ötesinde uyumaktadır. Cuma bir yabancı olmanın tekinsizliği ile doludur. Batılı, Hıristiyan akıl tanımadığı, tasnif edemediği ve tüm bilgisine sahip olamadığı şey ne ise ona güvenemez.
Robinson Cuma’ya bambaşka bir benlik sunar. Bunu dilinden, inancından ve alışkanlıklarından uzaklaştırarak yapar. Önce kendi dilini öğretir. Sonra kendi inancını öğreterek onu bir Hıristiyan’a, Protestan’a dönüştürür. Hâlbuki Robinson’un inancı animizmdir. Tek Tanrılı dinlerin ulaştığı medeniyet aşamasından uzak olan vahşiler doğaya tapınmaktadır. Doğa onlar için hem rızkın kem de korkunun kaynağıdır. Yaşlıları, bilgeleri aracılığıyla doğanın döngülerine uyum sağlamaya çalışırlar. Ama medeni olan pejoratif anlam yüklü yamyam sıfatıyla kendisini vahşiden üstün görür. Bu üstünlük sadece doğa üzerinde daha fazla egemenlik kurmaya sahip araçlara sahip olmasından kaynaklı bir üstünlüktür. Yoksa vahşi insani değerler, etos açısından medeniden çok daha üstün vasıflara sahiptir.
Robinson Cuma’yı iyi bir insan yapmak için uzun uzun Tanrı’nın meziyetlerini sıralar. Her şeye kudretinin yettiğinden, tüm iyiliklerin ondan kaynaklandığından bahseder. Doğadaki mücadeleyi animistik bir gözle iyilerle kötülerin kavgası olarak gören Cuma Robinson’a yalın bir soru yöneltir: o halde kötülüğün kaynağı nedir? Robinson bu suale Şeytan yanıtını verir ve uzun uzun şeytanı kötüler. Cuma sade bir cevap verir:’’ eğer Tanrı güçlü ve kötü Şeytandan daha kudretliyse niye Tanrı yok öldürmek Şeytanı; böylece o daha fazla kötülük etmemek. ‘’
Ama vahşinin basit inancı medeninin komplike imanı karşısında kaybeder. İyi bir hesap adamı ve gözlemci olan Robinson Cuma’nın dürüstlüğü, sadakati ve insanlığı karşısında kendinden utanarak tüm kuşkularını silip atar. Cuma iyi bir dost, yoldaş ve sırdaştır. Onun kitabında alçaklık, ihanet ve bencillikten eser yoktur. Bir kez daha Dr.Hikmet Kıvılcımlı’ya dönersek Cuma bir vahşi olarak barbarın tüm üstün özelliklerine sahiptir.
Robinson adadan kurtulduğunda Cuma’yı da yanına alır. Riskli Paris yolculuğunda karşılaştıkları felaketlerden kafileyi Cuma’nın becerileri kurtarır. Romanın sonuna gelip Robinson otuz yıl sonra Londra’ya geldiğinde uzun süredir kader ortağı olan Cuma’nın akıbetinin ne olduğunu öğrenemeyiz. Ciddi bir servete ulaşmış Robinson çocuklarını, yeğenlerini, kardeşlerini, kaptanın eşini yani herkesi maddi olarak güvenceye alırken medeniyetin merkezine getirdiği vahşinin ne olduğuna ilişkin hiçbir şey söylemez. Romanın örtük okumasından vahşinin insan sayılmadığından en fazla birinin yanına köle olarak verildiği sonucunu çıkarabiliriz. İnsan sıfatına sahip olmadığından Robinson ona ayrıntılı vasiyetinde tek kelime değinmemiştir bile. Yani Cuma tanınmayarak, yok sayılarak belki de sadece bir köle olarak hayata devam etmiştir.