Mavi-Lacivertli takımın sezon öncesi kadrosuna kattığı Benjamin Stambouli, Fransız basınına verdiği röportajda birbirinden önemli açıklamalara imza attı. So Foot dergisinin sorularını yanıtlayan 31 yaşındaki futbolcu, Türkiye'ye transfer olma süreci ve ülkeye dair gözlemlerini anlattı. İşte deneyimli ön liberonun o itirafları:
"Forma numarası noktasında geniş bir seçim yelpazemiz var. Oraya vardığımda hangi numaraların müsait olduğunu sordum, istediğimi seçmem söylendi. İki-üç deneme yaptım ama her seferinde bu numaraların alındığını söylediler. Bu yüzden 90'ı istedim ve o da müsaitti. Böylece doğduğum yıl ve 2009'da Gambardella'yı kazanan Montpellier'deki jenerasyonuma göz kırpmış oldum.
Adana'ya transfer olmadan önce Schalke 04'te oynarken ile Türkiye'yi sadece iki kez görebildim. İlki Şampiyonlar Ligi'nde Galatasaray'a karşı oynadığımızdaydı. İstanbul'da 0-0 berabere kaldık. Statta bir ıslık konseri vardı ve bu etkileyiciydi. İkincisi ise Ozan Kabak bize imza atmasıydı. Gelsenkirchen'deki Galatasaray taraftarları onu neşelendirmek ve burada yalnız olmadığını göstermek için antrenmana gelmişti.
Geldiğimde havaalanı yangın yerine dönmedi. Kulübe sezon öncesi diğer transferlerle birlikte katıldım ve Adana'ya döndüğümüzde oldukça dağılmış bir hâldeydik. Mario Balotelli ayrı bir uçaktayken ben uçakta diğer üç oyuncuyla aynı uçaktaydım. Balotelli, Türkiye'de beklenen karşılamayı görebildi. Ancak bu beni rahatsız etmedi. Çünkü bu tür şeylerden oldukça uzağım. Spot ışığını çok sevmiyorum, futbola odaklanmayı tercih ediyorum. Taraftarların beni havalimanı çıkışında beklediği söylense onlardan kaçmak için bilerek arka kapıdan çıkmam. Bu, elbette güzeldir Sadece kendimi en rahat hissettiğim bir alan değil.
Stadyumlar henüz %100 dolu olmadığı için hâlâ biraz beklenti içindeyim. Ancak tekrar seyircilerle oynayabilmek beni mutlu etti. Onları özlemiştim, yokluklarında üşüdüm. Her maçta futbolun elektrikli ve tutkulu tarafını hissediyoruz. Dışarıda birkaç kişinin önünde oynayabilirsiniz ama en ufak bir şey bile tribünlerde patlamaya neden olabilir.
Almanya'da özellikle taraftarların örgütlü tarafını hatırlıyorum. Burada, başlama vuruşundan bir saat önce stadyum boş olabilir ama aniden doluyor. Futbol tutkusu her iki durumda da var ama sadece farklı şekillerde ifade ediliyor. Sportif açıdan da durum aynı: Her iki takım da kulüp sürekli olarak kendilerini geliştirmek ve maçları kazanmak için çabalıyor ancak bazen farklı yöntemlerle. Bunları keşfetmek ilginç.
Türkiye ile karşılaştırılabilir mi bilmiyorum ama babam Afrika'da çok çalıştı. Başkanla sözleşme imzalamak için buluştuğumda kendisi bana eşlik etti ve şehirde bana çocukken Afrika'ya yaptığım gezileri hatırlatan bir şey buldum: İlk başta her şey güvenilir gelmiyordu ama bana "Merak etme." dedi. Kendin hariç hâlâ bazı şeylerden endişeleniyorsun. Ancak zaman geçtikçe buranın gerçekten sağlam olduğunu öğreniyorsunuz.
Adana beni çok şaşırtmadı. Montpellier'de deneyimlediğim gibi biraz Akdeniz iklimi var. Konuşmak ve pazarlık etmek normal ve bu kültürün bir parçası. Bunları çabucak özümsemeniz gerekiyor yoksa delirirsiniz. Bir hakemle sohbet etmek veya on bir dakikalık uzatma görmek yolsuzluk işareti değildir, normaldir ve bu kültürün içindedir. Sahada da böyle, dışarıda da.
Bir gün Adana'da mobilya almaya gitmiştim. On dakikada bir sandalye alacağımı düşünüyordum ama bir buçuk saatimi aldı! Çünkü pazarlık yapmanız gerekiyor ama sonunda kendinizi satıcıyla çay içerken ve futbol hakkında konuşurken buluyorsunuz. Bana yaşattığı deneyim çok hoşuma gitti.
Schalke 04'ten ayrıldıktan sonra boşa çıkmıştım. Montpellier'nin antrenörü Olivier Dall'Oglio, başkan danışmanı Michel Mezy ve sportif direktörü Bruno Carotti ile görüştük. Ancak bir sorunları vardı: Transferim, bir orta saha oyuncusunun satışına bağlıydı. Ben ve onlar için 2014'te biten bir maceraya devam etme arzusu vardı. Nitekim Younes Belhanda'nın durumu da aynıydı.
Menajerim bana Adana'nın teklifini ilettiğinde kendisinden Carotti ve Nicollin'e haber vermesini istedim ve bu arada mucizevi bir çözüm bulup bulamadıklarını sordum. Ancak durum böyle değildi. Çok yüksek bir maaş istediğim için transferin gerçekleşmediğini düşünebilirsiniz ama parayı konuşmamıştık bile. Kader böyleymiş. İşleri daha karmaşık hale getiren koronavirüsü de hesaba katmalısınız. Bu ne Montpellier'in suçu ne de benim suçum.
Türkiye'ye yönelik temel bakış açısını anlayabiliyorum ama ben bir futbolcuyum. Buraya gelmek, ya erken emeklilik ya da rekabeti sürdürmek anlamını taşıyabilir. Bense sadece kendi kriterlerime göre karar verdim. Hava güzel olduğu için antrenmanlarda kendimi çok fazla zorlamadan rahat mı olacağım yoksa hedeflerime ulaşmak için her gün kendi sınırlarımı mı zorlayacağım? Ben ikinci seçeneği seçtim. Rekabetçi olmadığım gün, bırakma zamanım gelmiş demektir. Her ligin kendine has özellikleri vardır ve hâlâ iyi bir seviyede olup olmadığınızı orada oynamaya başladığınızda anlarsınız."