İslamda mevtanın hakkında olumsuz konuşmak doğru kabul edilmez. Kötü de olsa musalla taşına getirildiğinde hoca ' cemaate hakkınızı helal ediyor musunuz ' diye sorduğunda cemaat hep bir ağızdan ' helal ediyoruz ' der.
Ölen kişi sıradan birisi olmayıp kamusal roller üstlenmiş biriyse, artık derin bir inanç sorgulaması olmaktan çıkmış ve çoğu kez bir ritüele dönüşmüş bu tür pratiklere dokunulmaz anlamlar atfetmemek gerekir.
Prof.Burhan Kuzu korona sebebiyle öldüğünde bir kesim AK Parti döneminin günahları nedeniyle onu hayırla anmadı aynı çevreye mensup bir kısım çevre ise İslamın akidelerine uygun olarak mevtanın ardından kötü birşey söylememeyi tercih etti.
Biz rahmetli hoca ile İstanbul'a Hukuk okumak için gittiğimiz seksenli yılların sonunda karşılaştık.
Dış anfide Anayasa Hukuku derslerimize gelirdi. 12 Eylül'ün silindir gibi ezdiği üniversite hala kendini toparlayabilmiş değildi.
En seçkin hocalar üniversiten uzaklaşmış veya uzaklaştırılmışlardı.
Bu hocaların uzaklaştırılması nedeniyle üniversite kamusal bilginin üretildiği bir mekan olmaktan çıkarılmış, fikir tartışmalarının dışına sürülmüştü.
İstanbul Üniversitesi'nin en köklü kurumlarından birisiydi Hukuk Fakültesi. Üniversite öğreniminin bugünkü gibi içinin boşaltılmadığı, Anadolu kentlerinin iktisadi hayatına canlılık getirsin diye her yere üniversite kondurulmayan bir dönemden bahsediyorum.
12 Eylül'e en büyük fikri desteği vermiş olan Aydınlar Ocağı bütün uzantıları ile üniversiter alanı adeta bir ahtapot gibi sarmak cihetindeydi. Bir dönemin aydın namzedi hocaları ise devletin fiziki şiddeti karşısında sinmiş, sermayenin genişleyen yeniden üretim alanlarında ellerindeki ' bilgi sermayesi ' ile kamusal vasıflarından uzaklaşmış, bilgilerini paraya tahvil etme derdine düşmüşlerdi.
Anayasa Hukuku kürsüsünün başında Aydınlar Ocağı mensubiyeti bilinen, akademik ürün olarak sadece ' Esas Teşkilat Hukuku ' isimli ders notları kitabı bulunan Prof. Selçuk Özçelik bulunuyordu.
Özçelik seçkin hocaların üniversiten uzaklaştırılması sonucu kürsü başkanı olmuş, ağır aksak notlarına bağlı biçimde ders anlatan, talebelere bir aydın adayı olarak yaklaşmak ve ilgi göstermekten uzak, onlara sadece ders anlatmakla kendini yükümlü gören, kürsünün geçmiş parlak günleri düşünüldüğünde bu parlaklığın altında sinmiş, silik bir hocaydı.
Prof. Burhan Kuzu işte bu Prof. Selçuk Özçelik'in asistanıydı ve kürsüdeki varlığını da ona borçuydu. Kürsü Tarık Zafer Tunaya'lardan, Bülent Tanör'lerden 27 Mayıs'ın ilerici birikimini temsil eden hocalardan bizzat 12 Eylül Anayasasını yazan Prof.Orhan Aldıkaçtı ve diğer hocalarla birlikte Aydınlar Ocağı çizgisine gerilemişti.
Demokrasi, temel hak ve özgürlükler öncelikleri değildi. Güçlü yürütmeyi savunurlar, demokrasinin üstü örtülü biçimde istismara açıklığından kaygı duyarlar ve kavramın kendisine ihtiyatla yaklaşırlardı.
Devetperest idiler ve yurttaş hakları karşısında devleti korumaya öncelik verirlerdi. 27 Mayıs Anayasasının Türkiye'yi ' anarşinin pençesine ' düşürdüğünden bahisle o dönemin Anayasasına hınçla yaklaşırlardı.
Burhan Hoca her halinden taşralı bir adamdı. Mesafe duygusu oturmamıştı, talebe ile senli benli konuşurdu. Bizim derslere girdiğinde 1989 yılında yardımcı doçent ünvanına sahipti.
Fatih'te oturduğunu biliyorduk ve oradan gelip giderdi. Ders notlarının dışına çok çıkmazdı, güçlü yürütmeyi ısrarla savunurdu zannedersem doktora tezi de buna uygun bir tezdi.
Aslında sosyal bilimler veya insan bilimleri denilen bir ilgi alanına meraklı olan benim gibi bir talebenin en dikkatli dinlediği derslerin başında Anayasa Hukuku gelirdi. Hocanın alanın kendisine merakımdan dolayı hiçbir dersini kaçırmazdım.
Zaman zaman söz alır o zamanki birikimimize uygun yarı Kemalist yarı sol laflar eder, çıkışlar yapardık. Talebeyi bozmazdı, terslemezdi ve yarı ukala tavrı ile kendi fikriyatında inat ederdi.
Taşralı, ezik ve silik hali ile talebelerin gözdesi, kızların hayran olduğu bir hoca değildi. Bilginin derin sularında yüzmekten uzak, kısmen Fransız kültürüne olan aşinalığı ile boy gösterirdi.
Derslerinden iyi notlar alarak geçtiğimi hatırlıyorum. Onun dışında bir talebeye rol model olabilecek, ekol oluşturabilecek, bellekte unutulmaz izler bırakacak vasıflardan uzaktı.
Sonra AK Parti kurucusu olarak karşımıza çıktı, ekranlarda boy gösterdi ve tüm Türkiye hoca ile tanışma şerefine ulaştı. Orada da hep kendini anlatan, kıymetinin bilinmediği kaygısını taşıyan, bulunduğu konumların daha yükseğine kendini layık gören bir havası vardı. Muhafazakardı, milliyetçiydi, ama bir siyasal İslamcı değildi hoca.
AK Parti kurucu heyetiyle değişik düzeylerde temas yürütmüş olabilirdi, ancak onların içinden gelen biri değildi. Muhafazakar sağ dokuya sahip bir insandı. Komisyon başkanlıkları, milletvekillikleri yaptı, ama herhalde şu bahsettiğimiz özeliklerinden dolayı Meclis Başkanı veya Bakan olmadı.
Sonradan yeni sistemde Cumhurbaşkanı Başdanışmanlığı ile ödüllendirilse de anlaşılan o ki Tayyip Bey'in dar halkası içinde bulunmuyordu.
Ne hocalığın vakarlığını taşıyabiliyor ne de siyaset esnafı içinde kaybolabiliyordu, arada bir yerlerde çokça sıkıntılı bir hali üzerinde taşıyordu.
Bir aydın ve entelektüel olamadı, o tür sorumluluklardan uzaktı. Taşralılığı, sınıf atlama arzusu baskın geldiğinden o tür tercihleri düşünmemiştir bile.
Kimse Tanpınar olmak zorunda değil, öyle olmak için '' düşünce sıtmasına yakalanmayı, Türkiye beni delirtti diye çığlık atmayı, sanki bir çölde yaşıyorum duygusu ' ile boğuşmayı göze almak gerekiyor.
Ama sağın iktidar düzeneğinde hoca diye taltif edilmek, sınıf atlamak, konforlu bir hayat yaşamak ve vasatlığın içinde kendini çok önemli adam zannetmenin yanılsaması hocaya yeterli gelmiştir herhalde.
Zindaşti ile anılmak, onun serbest bırakılması için yargıya tasallut da bulunmak ise işin finali oldu.
Ne diyelim ' Allah taksiratını affetsin! '