Marx tek bir bilimin yalnızca tarih biliminin olduğunu söylemişti. Tarihi de insanlar yapıyordu. Ama istedikleri, tercih ettikleri koşullarda değil, geçmişten kalanları omuzlarında taşıyarak. ' Tüm geçmiş kuşakların mirası yaşayanların üzerine bir karabasan gibi çöker ' demişti. Bu sözler hem Aydınlanmanın iyimserliğini hem de insanların tarihi kendilerinin yapabileceğine ilişkin güçlü bir iradeciliği temsil ediyordu. Marx başta Fransız tarihçileri olmak üzere gençliğinde tüm önemli tarihçileri özellikle Roma dönemi tarihçilerini de yoğun biçimde incelemişti. Fransa Avrupa'da toplumsal mücadelelerin başını çektiği için tarih yazımı da büyük atılımını bu ülkede gerçekleştirmişti. Efsanelerden, menkıbelerden ve kahramanların tarihin baş aktörü olmaktan uzaklaştığı sosyal tarihçilik anlayışı ilk defa Fransa'da doğmuştu. Bunda kitlelerin tarihe dahil oluşunun ve devrim dediğimiz olgunun en sarih biçimde bu ülkede ispat-ı vücut etmesinin rolü büyüktü.
Sosyoloji işte bu şartlarda tarih bilimini edindiği ayrıcalıklı statüden indirmek için ortaya çıktı. Tarih değişimin, dönüşümün ve geleceği öngörmenin bilimiydi. İnsanlar geçmişle sırf bir meraktan değil bugünlerini anlayabilmek ve geleceklerini ellerine alabilmek için ilgileniyorlardı. Sosyoloji tarih biliminin yerine gözünü dikti. Bir kısım Marksist gerçek sosyolojinin Marksizmle yapılabileceğini iddia etmiş ise de daha doğuşundaki bu doğum lekesini göz ardı ettiklerini düşünüyoruz.
Bir önceki yazıda pozitivistlerin epistemolojik olarak toplumu doğaya benzettiklerini söylemiştik. Doğa nasıl değişmez yasalar aracılığıyla hükmünü icra ediyorsa toplumlarında tabi olduğu böyle değişmez yasalar vardı. Pozitivizm işte bu yasaların bilimiydi. Artık ne teolojinin zırvalıklarına ne de metafiziğin büyük sistem kuruculuklarına ihtiyaç vardı. Pozitivizmin en has bilim statüsü atfettiği sosyoloji sayesinde toplumun yasalarını, işleyişini şaşmaz bir dakiklikle ölçebilir ve kayıt altına alabilirdik. Bu yasalarda tıpkı doğa yasalarının tabi olduğu kurallara bağlı olduğundan onlara etki edebilmemiz, değiştirebilmemiz asla mümkün değildi. Pozitivizm şeylerin düzenini değiştiremeyeceğimizi, ancak ayak uydurabileceğimizi vazediyordu. Aslında değişen bir şey yoktu. Orta çağlarda şeylerin değişmezliği Tanrı bilim olan İlahiyatla açıklanırken onun yerini şimdi Pozitivist bilim almıştı. Bu görüşün statükocu, muhafazakar ve karşı devrimci olduğu yeterince açıktır.
''Pozitivizm doğası gereği, bilgece bir tabiiyetin gelişimiyle güçlü bir biçimde kamu düzenini sağlamlaştırmaya yönelir. (...) Elbette gerçek bir tabiiyet yani kaçınılmaz acılara, hiçbir telafi umudu olmaksızın katlanmaya yönelik daimi bir yatkınlık, ancak doğal fenomenlerin çeşitli türlerini düzenleyen değişmez yasaların varlığına dair derin bir duyguyla mümkün olabilir. Dolayısıyla böylesi bir yatkınlığı var etmek, hangi konuya uygulanırsa uygulansın ve dolayısıyla siyasal sorunlar karşısında da özellikle pozitivist felsefeye düşer. '' Comte'dan yaptığımız bu alıntı pozitivist düşüncenin bütün sırlarını ele verecek niteliktedir. Demek ki pozitivist felsefenin ilk amacı kamu düzenini sağlamlaştırıp istikrara kavuşturmaktır. Toplumsal varoluşun yaratacağı kaçınılmaz acılara insan, ancak değişmez yasaların farkına vardığında katlanabilir. Bu çaresizlik özellikle siyasal meselelerde daha fazla kendisini gösterir. Şeylerin düzenini sadece gözlemleyebiliriz onu değiştirme iradesine kat'a sahip olamayız. Bu düşüncelerin Fransız Devrimi ile başlayan değişim, yenilenme ve devrim umutlarından kaynaklı teyakkuzu yansıttığı ise izahtan varestedir.
Comte'un açtığı sayfayı Durkheim tamamlar. Gerçek kurucunun Comte değil Emile Durkheim olduğu da iddia edilmiştir. Durkheim'ın toplum anlayışı organisisttir. Yani toplum tıpkı bir organizma gibidir. Organizmanın nasıl her biri farklı bir işlevi yerine getirmekle mükellef uzuvları var ise toplumunda işleyebilmesi ve kendini yeniden üretebilmesi için aralarında iş bölümü bulunan uzuvlara ihtiyacı vardır. Her canlının toplumsal yaşamdaki gayesi neslini sürdürmek isteğine yaslanır. Buradan hayvanlar dünyası ile kurulacak analojiye varmak için çok fazla bir yol kalmamıştır. Toplumsal yaşamda tıpkı hayvanlar dünyasında olduğu gibi en güçlü olanın ayakta kalmak için her türlü çabayı göstereceği ve sadece güçlü olanların ayakta kalacağı bir cangıldır. Bu düşünceler Darwin'in evrim yasalarının erken bir habercisidir.
Durkheim '' Sosyolojik Yöntemin Kuralları ''nda '' yöntemimizin hiçbir devrimci yönü yoktur. Hatta toplumsal olguları, doğası ne denli eğilip bükülebilir olsa da istendiği gibi değiştirilemeyen şeyler olarak değerlendirdiğinden, yöntemimiz belli bir temelde muhafakardır '' demek suretiyle asıl gayesinin var olanın istikrarı olduğunu samimiyetle ikrar etmiştir.
Lucaks Hegel'in diyalektiğini burjuva düşüncesinin zirvesi kabul etmişti. Hegel proletaryanın tam anlamıyla tarih sahnesine henüz daha çıkmadığı bir dönemde hayata gözlerini yumdu. Hegel'in düşünsel mirası onun ölümünden sonra farklı kollara ayrıldı. Schopenhauer ve Kierkegaard ile başlayıp Nietzsche'de zirveye ulaşan Anti Hegelci eğilim sistem karşıtı olup burjuva düzeninin yarattığı sıradanlık karşısında seçkinci tepkilerin ifadesiydi. Fransızlar ise tarih sahnesine Almanlarda olduğu gibi felsefeyle değil bir devrimle girdikleri için bütün saflaşmalar siyasal mücadeleler etrafında cereyan ediyordu. Proletaryanın tüm görkemiyle tarih sahnesine çıktığı 1848 ihtilallerine Fransız establishmenti Pozitivist düşünceyle bir cevap verdi.
Doğduğu yerde huzur ve istikrar arayışlarına cevap veren bir düşünce kendi coğrafyasının dışına çıktığında değişimin sözcüsü olabilir mi bunun cevabını ise diğer yazıda kurcalayalım.