70'li yılların sonunda Fransız postyapısalcılığı büyük bir savrulma ile postmodernliğe dönüşmeden önce 50'li yıllarda Amerikan sosyolojisi postlu toplum kuramlarına kucak açmıştı. Kıta Avrupa'sı düşüncesinden farklı özelliklere haiz Amerikan sosyolojisi her zaman felsefe ve tarihe uzak düşmüştü. 80'li yıllarda ortaya çıkan postmodern düşünürlere de en büyük ilgi burada gösterilmişti. İkinci dünya savaşı sonrasında modernlikten farklı yeni bir toplum biçimine geçildiği yönündeki ilk seslerde bu yeni kıtadan çıkmıştı.
Arnold Toynbee İngiliz devleti ve gizli servisi ile ilişkileri olan bir tarihçiydi. ‘A Study of History'si dünya tarihinin genel bir sunumunu yapan iddialı çalışmalardan birisidir. Ciltler süren bu çalışmanın özet bir çevirisi Murat Belge tarafından yapılmış ve iki cilt olarak Türkçe’de yayınlanmıştır. Toynbee bu çalışmasında postmodern kopuş nosyonunu ortaya attı. Karanlık çağlar, Orta çağlar ve Modern çağlardan sonra batı tarihinde 1875'den itibaren yeni bir çağ postmodern bir çağ başlamıştı. Bu çağ savaşlar, devrimler ve toplumsal kargaşa tarafından karekterize edilmişti. Önceki çağ olan modern çağa genel bir iyimserlik, refah ve ilerleme eşlik ederken bu çağa kuşku, kaygı ve endişe hakim olmuştu. İlerlemeye duyulan inanç neredeyse kaybolmuştu. Refah artış hızı yavaşlamaya başlamış ve orta sınıfların gelecek endişeleri artmıştı. Aydınlanmanın kutsadığı akıl kriz içine girmiş ve tahtına göz dikilmişti. Akıl yerini akıl dışı eğilimlere bırakmış ve aklın buyruğu dışındaki bir yaşam yüceltilir olmuştu. Yaşamın anlaşılması için akla değil sezgiye ihtiyaç vardı. Aniden ortaya çıkan bir algılama biçimi olarak ‘sezgi’ akılcılığın altını oymaya başlamıştı. Yaşamın idrakında deneyim artık ayrıcalıklı bir yer edinmişti. Sağlam, güvenilir bilgiye ulaşmanın en önemli araçlarından biri deneyimdi. Deneyim ise oldukça şahsi ve özneye bağımlıydı. Dolayısıyla nesnel idealizmin kategorilerinden uzaklaşılmış öznel idealizme dönülmüştü.
Toynbee'nin analizi ‘Batı'nın Çöküşü’ nün yazarı Spengler’inkine çok benziyordu. Her ikisinin çalışmalarına da kültürel bir döngüsellik ve görecilik hakimdi. Her kültür büyüyüp geliştikten sonra kaçınılmaz son olan çöküşten kaçamıyordu. Spengler’de üstadı Nietzsche gibi Batı uygarlığının büyük bir çöküşün arefesinde olduğunu söylüyordu. Nietzsche’nin akıl dışılığı junker sınıfın hassasiyetlerine sesleniyordu. Bismarck’cı otorite ile bir sorunu yoktu. Aristokratik değerleri yüceltiyor, işçi sınıfı mücadelesini aşağı sınıfların ahlakı köle ahlakıdır diyerek hor görüyordu. Spengler’de savaş öncesinin telaşına, akıl dışılığına sahipti. Yaşam mekanikleşmiş, tek düzeleşmiş ve çölleşmişti. Uygarlık karşısında kültüre üstünlük tanıyor ve kapitalizmin ortaya çıkardığı kötülükleri uygarlığa mal edip kadim, organik ve gerçek Alman kültürünü demokrasinin karşısına koyuyordu. Lukacs ‘Aklın Yıkımı'nda Spengler'i savaş sonrası akıl dışıcılığın öncü isimlerinden sayıyordu.
Postmodernliği ilk kez dile getiren Toynbee eski kuşağa mensup bir tarihçi iken Drucker ve Mills gibi ekonomist ve sosyologlar geçmişle değil önlerindeki gelişmelerle ilgileniyor ve ikinci savaş sonrasında yeni bir toplum biçimine geçildiğini iddia ediyorlardı. Drucker'e göre postmodern toplum aslında post endüstriyel toplumun bir muadiliydi. Bu toplum biçiminde yoksulluk ve fakirlik ortadan kalkacak, ulus devletlerin sonu gelecek, ideolojilerin sonu ilan edilecek ve dünya çapında yeni bir çağ başlamış olacaktı. Bıçkın bir Teksas'lı olduğu söylenilen Mills'e göre Aydınlanma büyük bir hayal kırıklığıyla sonlanmıştı. Aklın insanoğlunu özgürleştireceği, dünyayı rasyonelleştireceği hesaplanırken tüm bunların sonucu hesapçı, araçsal bir aklın ortaya çıkması olmuştu. Akıl özgürlüğe değil tahakküme hizmet etmişti. Aydınlanmanın en büyük iddiası olan akıl ile özgürlük arasında içsel bir bağ olduğu iddiası yaşanılan tecrübeler neticesinde boş çıkmıştı. Mills, Frankfurt Okulu düşünürleri ile benzer bir yerden konuşuyordu.
Modernliğin sonunun geldiğini en iddialı biçimde ifade edenlerden biri de Amerikalı sosyolog Daniel Bell'di. Bell, Fukuyama'dan çok daha önce ideolojilerin sonunu ilan etti. Batı'nın hakim ideolojisi liberalizm evrensel karaktere sahip yegane ideolojiydi. Temel hak ve özgürlükler, parlamentolar, çalışma ilişkileri sadece Batı'ya has deneyimler olmaktan çıkacak, tüm dünyaya yayılacak ve bir süre sonra etkisini her yerde gösterecekti. Batı'nın rekabete dayalı, piyasayı temel alan kapitalizminin alternatifi yoktu. Bell'i erken gelmiş bir Fukuyama olarak görmek mümkündür. Bell 'Kapitalizmin Kültürel Çelişkileri isimli çalışmasında postmodern dönüşümün kültürel alandaki görüngülerine eğildi. Modernist hareketler ile postmodernizm arasındaki sürekliliklere dikkat çekti. Uyumsuzluğun, hazcılığın, isyanın her ikisininde ortak özellikleri olduğunu iddia etti. Kapitalizmin yarattığı çelişkilerin postmodern kültür örüntülerini ürettiğini ve bunun sonucunda narsist, başarı ve statü arayışındaki sanatçıların ortaya çıktığını savladı. Kapitalizmin tüketime odaklı evresi geleneksel değerleri çözmüş, kültürü mecalsiz bırakmış ve hazcı bireyleri çoğaltmıştı.
Bu düşünürlerin tamamı ekonomik, toplumsal ve kültürel alana baktıklarında geçmişten çok farklı bir dünyanın ortaya çıktığını iddia ediyorlardı. Sanayi ilişkilerini inceleyen Bell mülkiyetin denetimden koptuğunu ve artık denetim görevinin yeni bir sınıfın managerler'in eline geçtiğini söyledi. Sanayi ilişkilerine yön veren bu yeni sınıf gücünü mülkiyet sahipliğinden değil üretim araçlarının kontrolünden alıyordu. Mills ise büyük gürültü koparan 'iktidar seçkinleri' çalışmasında yeni bir seçkin sınıf analizi yaptı. Sanayi, akademi, finans, eğlence ve medya dünyasını içine alan bu yeni seçkinler asıl yönetici sınıfı oluşturuyordu. Sosyoloji içinde bir seçkinler kuramı oluşturmanın çok eski bir tarihi vardı. Asıl olarak Pareto ile başlayan bu süreç Weber ve talebesi Michels'in de katkıları ile rafineleşmiş ve Mills ile başlı başına yeni bir kurama dönüşmüştü.
50'lerin bu sanayi sonrası, postmodern toplum analizlerinin ana özelliği tekno-determinist bir bakışa sahip olmalarıydı. İkinci savaş sırasında üretilen ve ilk önce savaş sırasında denenmiş teknolojiler sonrasında hızla sanayide uygulanmaya ve kitlesel tüketimin kalemleri haline gelmeye başlamıştı. Radyonun değil ama televizyonun kullanımı savaş sonrasında hızla yaygınlaştı. Çalışan ve gece hayatı olmayan işçi aileler için eğlence televizyon sayesinde evlerine girdi. Otomobil üst sınıfların bir ayrıcalığı olmaktan hızla çıkıp daha alt sınıflara doğru indi. İşçilerin otomobil sahibi olmaya başlaması banliyö tarzı yaşamı cazip hale getirdi. Şehir merkezleri tenhalaşmış ve işçiler otoban yollar üzerinden işlerine gider gelir olmuştu. Buzdolabı, telefon artık hemen her evde vardı. Callinicos'un dediği gibi Batı toplumları belki de ilk defa burjuva toplumları haline geliyordu. Çünkü savaş öncesine kadar aristokratik sınıfların siyaset, akademi ve kültürel alan dahil birçok alanda güçlü bir temsilleri vardı. İkinci savaş ile birlikte Batı toplumları daha arı anlamıyla burjuvalaştı.
Bir diğer önemli gelişme ise kırların boşalmasıydı. İngiltere hariç birçok yer hala güçlü bir kırsal nüfusa sahipti. Sanayi işçileri toplumda ekseriyeti sağlamaktan uzaktı. Fransa, İtalya ve Almanya gibi ülkeler güçlü bir tarımsal nüfusa sahipti. Bu nüfus her yerde aristokrasi özlemcisi partileri destekliyordu. Monarşiler sırtlarını kırlara yaslamıştı. Savaş sonrasının hızlı büyümesi kırları boşalttı. Köyler seyrekleşmeye ve göç vermeye başladı. Yeni gelenler banliyölerde iskan edilerek işçi sınıfının yeni bölüklerine dahil oldular.
Kısacası kapitalizm daha olgun bir hale bürünürken, kırlar boşalıp kentlerin nüfusu artarken, hızlı büyüme sayesinde hane halkları kapitalizmle daha uyumlu hale gelirken ve şu sıraladığımız göstergeler modern bir toplum olma halininin yansıması iken postmodern toplum furyasının başlaması ilginç ve bir o kadar da ironikti.