Edward Said hacmi küçük ama ehemmiyeti büyük kitabında: ‘’ Kendi halkının kolektif acılarını temsil etme, çektiklerine tanıklık etme, hala ayakta olduğunu gösterme, belleğini pekiştirme yolundaki bu olağanüstü önemli göreve bir şey daha eklenmelidir ki bunu gerçekleştirme yükümlülüğü yalnızca entelektüele aittir bence ‘’ diyerek devam eder ve ‘’ (…) entelektüelin görevi krizi evrenselleştirmek, belli bir ırkın ya da ulusun çektiği acıları daha geniş bir insani bağlama oturtup bu deneyimi başkalarının acılarıyla ilişkilendirmektir. ‘’ der. Bu değerlendirmede entelektüele hem bilgiyi üretmek hem üretilen bilgiye sadakat hem de başkalarının acılarını sırtlamak ve bunu başka acılarla ilişkilendirmek sorumluluğu yüklemektedir.
Peki, Eski Yunan’ın parrhesiası ve bunu bir varoluş tarzı haline getirmiş kişisi ile entelektüel arasında nasıl bağlar kurulabilir. Parrhesia’nın etimolojik anlamının pek çok dilde ‘ doğruyu söylemek ‘ anlamına geldiğini söylemiştik. Said bir yerde entelektüeli ‘’ (…) sürgün ve marjinal olarak, amatör olarak, iktidara karşı hakikati söylemeye çalışan biri olarak (…) ‘’ nitelendirir. Demek ki hakikati yani bir yerde doğruyu söylemek entelektüelinde tıpkı parrhesiasta yapan kişi gibi en önemli vasfıdır. Şimdi kitaba gelelim…
Said’in ‘’ Entelektüel: Sürgün, Marjinal, Yabancı ‘’ isimli kitabı BBC’nin meşhur Reith konferanslarındaki konuşmalarına dayanıyor. 1993 yılı konferansına misafir olarak çağrılan Said bu başlık altında beş konuşma yapıyor, bu konuşmalar BBC’de yayınlandıktan sonra kitap haline getiriliyor.
Said konuşmalarına entelektüelin temsil ettikleri ile başlar, ulusların ve geleneklerin ağır baskılarına teslim olmamaktan dem vurduktan sonra entelektüeli sürgün, göçmen ve marjinal olarak konumlandırır. Profesyonelleşmenin entelektüel ruha aykırılığından ve onu bekleyen en büyük tehlike olduğundan bahsettikten sonra amatörlüğün ve iktidarlara karşı her hal ve kayıtta hakikati söylemenin en ayırıcı vasıf olması gerektiğini söyler.
Entelektüelin kim olduğunu mesele yapan ilk düşünürlerden biri İtalyan Marksist Antonia Gramsci’dir. Gramsci ‘’ bütün insanlar entelektüeldir, ama toplumda herkes entelektüel işlevi görmez ‘’ der. Düşünüre göre hal evrensele açıkken yüklenilen işlev tikel kalmaktadır. Gramsci geleneksel ve organik diye entelektüelleri iki kümeye ayırır. Geleneksel entelektüeller nesiller boyunca yapılan br işin halkalarıdır sadece. Öğretmenler, papazlar, idareciler bu kategoriye dahildirler. Türkiye’nin özgül tarihinin ürettiği bürokrat aydın tipi düşünüldüğünde Gramsci’nin kategorilerine sadık kalacaksak eğer bunların aydın vasfı taşımayan geleneksel entelektüeller olduğunu belirtmemiz gerekir. Gramsci organik entelektüelleri modern sınıflarla ilişkilendirir. İki büyük sınıf olduğundan dolayı entelektüellerin ürettiği bilgi bu sınıflardan birini iktidara taşımak veya mevcut iktidarları tahkim etmek için kullanılır. Temsil ettikleri sınıf adına organik entelektüeller ya burjuvazinin ya da proletaryanın sözcülüğünü üstlenirler. Bilgiyi bu sınıfların çıkarları için üretir ve dolaşıma sunarlar.
‘’ Aydınların İhanetini ‘’ yazan Julien Benda’da aydın son derece seçkin özelliklerle donatılmış bir kimsedir. Adeta dünyanın bütün çilelerini çekmeye gark edilmiştir. Her şeye, herkese karşı doğrunun ödünsüz sözcüsü, iktidarların tüm nefretini üzerine çeken bir nefret objesi ve yükseklerden insanlara adeta gidecekleri yönü vaaz eden bir ermiştir. Gramsci’nin entelektüel tanımı ve ona yüklediği işlevler modern sınıf ilişkileri düşünüldüğünde Benda’nın aydınından daha kapsayıcı ve gerçekçidir.
Tabii bir de Sartre’ın angaje aydını var. Sartre’ın aydını bağımsız, tarafsız ve gelişmeler karşısında yansız kalan birisi değildir. O sürekli olarak doğruya, hakikate ve özgürlüğe angajedir. Sartre’ın insan varoluşunun temeline yerleştirdiği özgürlüğe yönelik ‘ seçim hakkı ‘ ile angaje aydınını birlikte düşündüğümüzde entelektüel, özgürlüğün önündeki en büyük engel olan otoritenin ve iktidarların daima karşısındadır. Sartre kendi tanımına sadık kalmış bir entelektüeldir. Söyledikleri kâğıt üzerinde kalmamış ona uygun bir praksis içerisinde bulunmuştur.
Nobel edebiyat ödülü kendisine verildiğinde ödülü edebi iktidarın simgesi olarak gördüğünden reddetmiştir. Yine Maocu fikirlere hiç yakınlık hissetmediği halde düşünce ve ifade özgürlüğüne olan inancı nedeniyle derginin sokakta satışını yapmıştır.
Cezayir halkının Fransız sömürgeciliğine karşı mücadelesi sırasında Emile Zola’nın Dreyfus olayında yaptığından daha ağır bir göreve soyunarak Fransız halkına sinmiş olan ırkçılığa, egemen ulus milliyetçiliğine karşı çıkmış; Cezayirli gerillaların uyguladığı siyasal şiddet ile Fransız devletinin kontr-terör faaliyetlerini asla eşdeğer görmemiştir.
Fransız sağının Sartre’ın ülkenin entelektüel hayatında kurduğu hegemonya karşısında bir alternatif olarak çıkarmaya çalıştığı Raymond Aron ‘ Aydınların Afyonu ‘ isimli marksizmi aydınlar nezdinde gözden düşürmeye yönelik bir kitap yazmış olsa da asla umulan ilgiyi görmemiş daima Sartre’ın gölgesinde kalmıştır.
Bu nedenlerle Fransızlar ‘ Aron’la haklı çıkmaktansa Sartre’la yanılmayı tercih ederim ‘ deyişini üretmişler ve Fransız milliyetçiliği ve muhafazakârlığının simge ismi, beşinci Cumhuriyetin kurucu şahsiyeti De Gaulle, Sartre’ın tutuklanması istekleri karşısında ‘ Sartre demek Fransa demektir ‘ cevabını vermiştir.
Devam edeceğiz…