Totalitarizm teorileri öncesi de olmakla birlikte özellikle Sovyetler dünyayı nazizm yani faşizm belasından kurtardıktan sonra hızla yaygınlaştı. Dünya tarihsel ölçekte insanlık faşizmin dünya imparatorluğu kurmasını direniş hareketlerinin önderliğini tüm dünyada komünistlerin yapmasına ama özellikle Sovyet insanına borçludur. Eğer Hitler Moskova ve şimdiki San Petersburg o zamanki adıyla Leningrad önlerinde durdurulmasaydı insanlık faşizme teslim olacaktı. Bunu önlemenin bedeli ise 20 milyona yakın Sovyet insanının ölümü olmuştu.
İnsanlık da bunun bilincindeydi. Sosyalizmin prestiji dünya ölçeğinde yükselişteydi. Komünist partiler Yunanistan, İtalya ve Fransa gibi gelişmiş kapitalist ülkelerde neredeyse iktidarın eşiğine gelmişti. Ancak Stalin’in dünya devriminin yaygınlaşmasından sözcüsü olduğu bürokratik kastın çıkarları nedeniyle ürkmesi devrimci durumların bir devrime dönüştürülememesine neden oldu.
Sovyet devletinin ve sosyalizmin prestijinin işte böylesine yüksek olduğu bir dönemde soğuk savaşın düğmesine de basılmasıyla birlikte etrafı totalitarizm teorileri kaplamaya başladı. Akla bir saldırı olduğunu düşündüğümüz soğuk savaş döneminde teorinin en kaba örnekleri ile en sofistike olanlarını hakim sınıflar kendi çıkarları için sonuna kadar kullandı. Bu teori komünizm ile faşizmi eşitliyor aralarında akla ziyan benzerlikler kurmak suretiyle kendini haklı kılmaya çalışıyordu. Her ikisinde de siyasi çoğulculuğun yok edilmesi, parti devlet bütünleşmesinin gerçekleşmesi, yaşamın devlet/parti aparatı tarafından sıkıca kontrol edilmesi, istihbarat örgütlerinin artan gücü gibi benzerlikler üzerinden liberalizmin kendini meşrulaştırmasına zemin hazırlanıyordu.
Bu değerlendirmelerde ülkelerin özgül tarihleri, toplumsal formasyonları, egemenliğin hangi sınıf ve katmanlara ait olduğu, devleti yöneten partilerin nitelikleri, kadro yapıları, ideolojik bağlılıkları gibi unsurlar hiç dikkate alınmıyordu. Devlet ve toplum ilişkilerindeki yüzeysel benzerlikler üzerinden ve özellikle tarih paranteze alınarak yapılan totalitarizm açıklamaları aydın ve entelektüel kesimlerde hayli etkili oldu. Sosyalizmin dünyayı faşizm belasından kurtarmasının yarattığı geleceğe ilişkin umut, iyimserlik ve beklentiler yerini hayal kırıklıklarına bırakmaya başladı.
Sovyet düzeninin yarattığı hızlı kalkınma, sanayileşme özellikle Batı’lı aydınlardan tarafından kendi ülkelerinde bir mucize gibi anlatılıyordu. Andre Gide, Arthur Kostler gibi aydınlar bu ülkeye yaptıkları seyahatleri kitaplaştırıyor ve hızla faşizmin etkisi altına giren Avrupa’yı ancak bu gücün kurtaracağına inanıyorlardı. Çok kısa bir sürede entelektüeller üzerinde yaratılan bu hava tersine döndü. Moskova duruşmalarının bilgilerinin sızmaya başlaması Batı’da yaratılan havayı olumsuz etkiledi. Aydınlar bir on yıl önce yere göğe sığdıramadıkları Sovyet ülkesini totaliter bir diktatörlük olmakla suçluyorlardı.
Bu görüşler Batı’da biri sağdan diğeri soldan iki rafine entelektüel tarafından dillendirildi. Sağda olan Raymond Aron’du. Fransız sağının Sartre’ın karşısına çıkarmaya çalıştığı bir isimdi. Aron’da tıpkı Popper gibi Marksizme savaş açmıştı ve onu kapalı bir teori olmakla itham ediyordu. Çoğulculuğun ancak bütünlüklü açıklama modellerinden kaçınıldığı takdirde mümkün olacağını ileri sürüyordu. Marksizmin Hegelci mirası nedeniyle bundan kaçınabilmesi mümkün değildi. Gulaglar teorinin kendisinin doğal bir sonucuydu. Bütünlükten kaçınan, fark’a epistemolojik bir ayrıcalık tanıyan teoriler ancak totalitarizmin alternatifi olabilirdi. Bu da bireyi merkez alan, mülkiyeti kutsayan ve son tahlilde herkesin yeteneğini piyasanın ölçtüğü bir toplumda mümkündü. Bu ise siyasi ve iktisadi liberalizmdi. Ancak bu ikisi arasındaki ontolojik çelişki bu düşünür tarafından dikkate alınmıyordu. Siyasi liberalizmin bir süre sonra iktisadi liberalizmin sorgulanmasına yol açmak suretiyle altını oyacağı gerçeği...
Arend ise Heidegger’in yetiştirmesi bir Musevi düşünür ve aktivist olarak faşizm gerçeğini en derinden yaşamış insanlardan biriydi. Kant’la aynı şehirde doğmuş, Avrupa kültürünü özümsemiş biriyken önce ders verdiği üniversiteden Nazilerin iktidara gelmesiyle kovulmuş sonrasında ABD’ ye gitmek zorunda kalmıştı. Arend ilginç bir kişilik. Felsefi yanıyla Heidegger’den hiç kopmazken eylemci yanını diğer hocası Jasper’dan almıştır. Arend özellikle sol muhitlerde totalitarizm teorilerinin yaygınlaşmasında çok etkili oldu. Aron gibi meselesi Marksizm ve Hegelcilik değildi. Arend daha çok ampirik görüngülerle ilgilendi. Onun siyaset felsefesinin ilham kaynağı antik Yunan’dı. Siyaseti en yüce insan etkinliklerinden birisi olarak görüyordu. Agorada bir yurttaş olarak söz almak, kamusal alana çıkmak, tartışmalara katılmak Arend için ilham vericiydi. Sosyalizme hiç sempati duymadı, diğer Avrupalı düşünürler ABD’ye alışmakta zorlanırken o çok çabuk uyum sağladı. Sovyet düzenine de özel bir ilgisi olmadı. Ama totalitarizm teorilerinin sol muhitlerde tutunmasında ve yaygınlaşmasında çok etkili oldu.
Bugün Türkiye’de içinden geçmekte olduğumuz süreci doğru biçimde analiz etmek en önemli görevlerimiz arasında bulunuyor. Yakın zamana kadar entelektüeller bu süreci otoriterleşme ve popülizm üzerinden okuyup değerlendiriyordu. Otoriterleşmenin panzehiri liberal demokrasi, popülizmin alternatifi ise popülist siyaset yöntemlerini hakir görmek, küçümsemek ve gözden düşürmekti. Akp’nin siyaseti sertleşir, parti devlet bütünleşmesi tamamlanırken otoriter demokrasi analizleri giderek gözden düşmeye, varolan durumu açıklamaya yetmemeye başladı. Bir süredir diktatörlük ve faşizm analizlerinin görünürlüğü daha bir arttı. Ama bunun önümüze çıkarması gereken görev ve sorumluluklar bahsine iş geldiğinde halihazırda derin bir sessizlik söz konusu.
Biz bu yazıda liberallerin yarattığı ve insanlık açısından sonuçları ağır olan yanılsamalardan bir tanesine değindik. Totalitarizm teorileri faşizm ile komünizmi birbirine eşitlerken büyük bir kafa karışıklığına neden oluyor ve gerçek bir sosyo/politik analizin yapılabilmesinin karşısına dikiliyordu. Bu kafa karışıklığı en başta ilerici güçler arasında kendini gösteriyor ve asıl görevlerin savsaklanmasına neden oluyordu. Bunun sonucu ise Sovyet düzeninin gerçek eleştirisinin gölgede kalması, radikal demokrasi imkanlarının tüketilmesiydi.
Bugünde otoriterleşme ve popülizm gibi açıklama araçlarının yaygınlığı bizi benzer bir sorunla karşı karşıya bırakıyor. Güncel bir tehlike olarak faşizm seçeneği karşısında bu araçlarla düşünmek içinde bulunduğumuz anın gerçek bir kavranışından bizleri uzaklaştırırken görev ve sorumluluklar bahsinde rehavete sürüklüyor. Bugün içinde yaşadığımız çok katmanlı kriz karşısında ufkunu Akp’nin iktidardan indirilip Erdoğan’ın tek adam rejimine son verilmesiyle sınırlayanların yaratacağı yanılsamada totalitarizm teorilerinin yarattığından farklı olmayacaktır.