80’li yılların sonuydu, herşeye meraklı bir delikanlı olarak gitmiştim İstanbul’a, Hukuk okumak için. Özal’ın liberal özgürlükçü yanılsamasını yarattığı, ancak kendini muhalif hissedenlerin ise her an izlendiği, takip edildiği duygusunu yaşadığı dönemlerdi. 12 Eylül üniversitelerin üzerinden silindir gibi geçmişti. Anayasa Hukuku, Kamu Hukuku gibi solcu bir gencin en fazla ilgi duyacağı dersler, kürsüler ya Aydınlar Ocağı üyesi ya da geçmişte kısmen Kemalizmden etkilenmiş şimdi ise muhafazakarlaşmış hocaların kontrolündeydi.
Öğrenci gençliğin devrimci unsurları ise üniversiteyi ya darmadağın edilmiş örgütlere insan devşirme alanı yada siyasi aktivizm mekanı olarak seçmişlerdi. Tartışmalar daha çok eylem ve pratikçilik üzerine kurulurdu. Bilgi ve düşünce ile kurulan ilişki onların özerkliğini de kabullenen boyuttan yoksundu. Bu şartlarda düşünen, arayan, merak eden birisi için bilgi, ancak üniversiter alanın dışında bulunabilirdi.
Bu dönemde bir yeniyetme olarak Bilar’a gidip gelmeye başladım. Has düşünce ile politika ile burada tanıştığımı söyleyebilirim. 1402 ile atılmış hocalar için Bilar bir düşünce mekanıydı, Türkiye’de bugüne kadar çıkmış en önemli dergilerden biri olan Defter Dergisi’nin yazar kadrosunun önemli bir bölümü de gelir giderdi Bilar’a, kılıç artığı eski devrimciler Ertuğrul Kürkçü gibilerde... İşte biz burada düşünce ile politika ve diğer disiplinler arasında dolayımlar kurmayı ve mülti/disipliner bir bakış açısı edinmeyi öğrendik. Bilar ve çevresi işçi sınıfı ve ezilenlerin organik aydınlarının 12 Eylül sonrasında bilgiyi kollektif bir tarzda yeniden üretmek için sığındıkları bir koçbaşıydı. Daha Özal’ın toplumun tüm hücrelerine piyasa anlayışını, meta ilşkilerini zerk edemediği bir dönemde, geçmişin aydınlanmacı mirasının da etkisiyle burada bilgiye hürmet edilirdi.
Bilar omurgasını Gramsci’nin organik dediği işçi sınıfı aydınlarının oluşturduğu bir yer olmakla birlikte sol liberal ve burjuvazinin yeni aydın zümrelerinin de uğrak noktalarından birisiydi. Çünkü devletin döl yatağında palazlanmış olan Türk burjuvazisi kendi organik aydınlarını ya devletin geleneksel aydınlarından yada soldan yaşadıkları hayal kırıklığı ile ayrılmış olanlardan karşılıyordu. Yeni sermaye birikim modelinin hizmetler sektörünü öne çıkartması, bu sektör içinde reklam, basın ve medya işlerinin ağırlığının artması, sermaye için bu alanlarda istihdam edebileceği işgücüne duyulan ihtiyacı arttırmıştı. Kültürel sermayede Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren önemli ölçüde solun tekelinde olduğu için bu alanlarda solcu insan sayısı olağanın çok üzerindeydi.
Bütün bunları neden anlattım. Bugün ülkemizin önemli felsefecilerinden Oruç Aruoba’nın öldüğünü öğrendim. Oruç’la 90’lı yıllara denk gelen bu dönemde pekçok yerde karşılaşma fırsatım oldu. Onlar daha farklı bir ekoldü. Yaptıkları işlere delişmenliği ve çalışkanlığı ile genelde Enis Batur öncülük ederdi. Argos dergisini çıkarmışlardı ki içeriği, kağıt kalitesi ve görselliği ile kültür hayatı açısından önemli bir hadiseydi. 80 öncesinde de birliktelikleri vardı bu çevrenin, 12 Eylül’den sonra İstanbul’a gelmişlerdi ve yukarıda anlattığım gibi burjuvazinin genişleyen yayıncılık alanında ihtiyaç duyduğu bilgili adamlardı.
Ben önce Bilar’da seminerlerde sonra başka yerlerde Enis Batur ile müşterek yaptıkları işlerde Oruç’un bir dönem sıkı takipçisi oldum, bütün külliyatını da o dönemlerde okudum. Düşünmeye, has felsefeye ilgi duyan, iyi okul mezunu bir çevre olurdu etrafında. Bendeki ilk izlenimlerde düşünceyi hayatının tasası haline getirmiş, onu iş edinmiş ve hayatını onun etrafında kuran bir insan imgesiydi. Okuduklarından da bunları aldım, sistematik felsefeden uzak, bize birşeyler öğreten değil, böyle düşünülür imajını vermeye çalışan birisi. Metinlere girdikçe herşeyin düşünmenin ve felsefenin konusu olabileceğini görürsünüz onda. Felsefenin salt ulvi işlerle değil, günlük işler için de nasıl kullanılabileceğini, öyle yaşamanın yol ve yordamını anlatır bizlere. Zaten en etkilendiği adamlarda felsefenin marjında kalmış, sistem kuruculuktan uzak, Nietzsche, Heidegger, Wittgenstein ve Ortaçağ mistikleri Eckhard gibi adamlardı.
En son iki yıl önce tüm külliyatını elden geçirmiştim tekrar. Tazeliğini hala koruyordu, bizi şen bilime , neşeye davet ederken bir yandan da acı bilginin hakkını vermeyi unutmamayı telkin ediyordu. Bu dünyadan bir Oruç Aruoba geçti, ışıklar yoldaşı olsun.