Anaların çaresizliği aklıma düştüğünde aklıma ilk gelen çocukluğum oluyor. 12 Eylül çocukluğuma denk gelmişti. Hatırlıyorum sabahın erken saatlerinde köye bir uğultu yayılmıştı, jandarma evleri basmış, gençlerin bir kısmını alıp götürmüştü. Alınanlar köyün gençleriydi ve içlerinde halamın oğlu ile komşumuzda vardı. Evlerin altı üstüne getirilmiş ve aileleri korku almıştı. Korku hemen yanı başımızdaydı ve çocuk halimle beni bile etkisine aldığını anımsıyorum. Komşu aile çok yoksuldu ve babanın bu acıyı kaldırabilmesi çok zordu. Köyün yarısı her gün karakolun önünde toplanıyordu. İçeriden bir haber almak, hayatta olduklarını öğrenmek o günün koşullarında tek avutucu şeydi. Ama ülke çapında yoğun tutuklamalar devam ediyor ve işkence haberleri herkesin kulağına kadar geliyordu. Ailelerin suratlarından yansıyan şey çaresizlikten başka bir şey değildi. Çocuklarının hayatta olmalarına seviniyorlardı, ama içeride neler yaşadıklarına ilişkin hiçbir bilgileri yoktu. O günün koşullarında gözaltı süreleri çok uzundu. Delil elde etmenin tek yöntemi kaba dayak ve işkenceydi. Hepsi çok gençti. İçlerinde askerliğini bile yapmayanlar vardı. Evlerden ağıtlar yükselirdi. Devlete bir söz edemeyenler ağıtlara sığınırdı. Bu atmosferin etkisi altına girmiştim hâlbuki on yaşında bile değildim.
Ortaokulu okumak için gittiğim okul karakola çok yakındı. Karakolun hemen yanından Ceyhan nehri geçerdi. Karakolun yanından geçtiğimde suratımı çevirip bakamazdım. Ceyhan nehri bana gözaltındakilerin çektiği ıstırabı, gördükleri işkenceyi anımsatırdı. Geceleri haklarındaki iddiaları kabullenmeleri için nehir kenarına indirildiklerini ve hazırlanmış ifadeleri kabul etmedikleri takdirde elleri bağlı nehre bırakılacaklarını söylermiş karakol komutanı. Çocuk belleğime yoğun biçimde işkence sahneleri gelirdi. Adeta bütün toplum bir karakola kapatılmış gibiydi. Devlete dair ilk dersimi böyle edindiğimi hatırlıyorum. Soğukluk, temassızlık ve keyfilikti öğrendiklerim. İnsanın devlet karşısında bir hükmü de değeri de yoktu. Devlet kendisi için bir amaçtı. Sevdiği vatandaş tipi muhbir ve uysal olandı. Köyde böylelerinden de çok vardı. İçten içe sevinenler olduğu ve gençlerin içeri düşmesine onların neden olduğu kulaklarımıza geliyordu. İçeriye düşen gençlerin aileleri etrafında bir dayanışma da ortaya çıkmıştı. Sabır ve itidal tavsiye ediliyordu. Aileler gelenlere tıpkı Sinan Ateş’in annesinin dediği gibi ‘ne diyim oğul’ diyordu.
‘Ne diyim oğul’ sözün bittiği ve tükendiği yerdi. Kapıların suratlara kapanması, beklenen adaletin gelmeyeceğine dair duyulan inançtı. Adalet dağıtması gerekenler adaletle olan tüm bağlarından sıyrılmıştı. Devletin evlatlarına sahip çıkacağına dair umutları boşlukta kalmıştı. Adalet suçluların yakasına yapışmıyordu. Gücü ellerine almış olanlar hukuka değil kendi bildiklerine uygun davranıyordu. Şirrettiler ve her davranışlarına küstahlık hâkimdi. Hak denilen ve her tür insani talebin başlangıcını oluşturan kategoriden kopmuşlardı. Hakkın değil kuvvetin yanındaydılar. Kuvvetin ezdikleri için sığınılacak bir söz de kalmamıştı. Adalet isteklerini artık beşeri düzeyde gerçekleştirmelerinin imkânı yoktu. Sığınacakları tek yer ilahi adaletti. ‘Ne diyim oğul’ denecek bir şey kalmadığının ve artık hükmünü yürütecek olanın ‘ilahi adalet’ olduğunun bir ifadesiydi. Dünyada adaleti bulamayan yoksullar, mağdurlar ve masumlar için sığınılacak tek adalet biçimi yükseklerden gelecek olandı. Bir gün er veya geç gelecekti. Geldiğinde kâinatın nutku tutulacaktı. Çocuk nazarlarımda halamın ve komşuların gözlerinde gördüğüm şey buydu.
Bu topraklar analara çok çektirdi. Onların bin bir emekle yetiştirdikleri evlatlarına çok hor davrandı. Ama analarda evlatlarını hiçbir zaman cellatlarının insafına terk etmedi. 12 Eylül de dışarıdaki mücadelenin en önemli ayağını mahpus anaları yaratmışlardı. Ne jandarma ne de gardiyan korkusunu takıyorlardı. Tek dertleri içerideki evlatlarının hayatıydı. Soğuğa ve sıcağa aldırmadan, yüzlerce kilometre yolu umursamadan evlatlarının peşini bırakmıyorlardı. Bu mücadele insan hakları mücadelesi ile buluşacak ve İnsan Hakları Derneği’ni doğuracaktı. Kamuoyu oluşturmada çok etkili olacak ve devletin hukuksuzluğunu hem tüm dünyaya duyuracak hem de içeridekilere biraz nefes aldıracaktı. 90’lı yıllarda ise Kürt anaları sahneye çıkacaktı. Düşük yoğunluklu savaş kendi olağanüstü hukukunu yaratmıştı ve Kürt için hukuk farklı işliyordu. Devlete itaat ile isyanın dışında başka bir seçenek bırakılmıyordu. Barış anaları inisiyatifi evlatlarını bu kirli savaşta kaybetmiş anaların bir feryadı olarak doğdu. Onlar artık hiçbir ana ağlamasın ve kirli savaş sona ersin istiyordu. Dağdakiler ile askere aynı yerden bakıyordu. Ortada kirli bir savaş vardı ve bu savaşın devamını isteyenler ülkeye kötülük yapıyordu.
Devlet evlatlarını kaybetmiş bu anaların karşısına bir özel savaş operasyonu ile başka analar çıkardı. Onların verdiği mücadeleyi itibarsızlaştırmak için çekilmiş bir operasyondu bu. Barış talebinin yığınsallaşmasını ve bu işe evlatlarını dağda kaybetmiş anaların öncülük yapmasını istemiyorlardı. İçlerine asker analarının karışmasından ve talebin her iki taraftan da gelmesinden kuduruyorlardı. ‘Devlet aklı’ sorun çözmek için değil olası çözüm yollarını baltalamak için vardı. Kürt partilerinin verdiği mücadeleyi kirletmek için onların önüne bazı analara çadırlar kurdular. Sabah akşam buradan yayınlar yaptılar. Bu anaların içine provokatörler yerleştirdiler. Amaç barışa dair son derece insani bir duygunun gelişmesini yok etmekti. Hendek savaşları sırasında Taybet ananın ölü bedenini günlerce sokakta bıraktılar. İnsan denilen varlığın hiçbir haline tahammülleri yoktu. Çıplak hayattan ibaret bir varoluşa bile kin besliyorlardı. Naziler çıplak hayat sahiplerini toplama kamplarına doldurup imha ediyordu. Burada ise cesedi sokakta bırakılıyordu.
Devam edelim, bir de Cumartesi anaları var. Dünyanın en kararlı direnişini, hak mücadelesini bıkmadan, pes etmeden sürdürmeye devam ediyorlar. Tek dertleri kaybedilmiş çocuklarının akıbetini öğrenmek. Çocuklarını ya devlet almış ve ne olduğuna dair bilgi vermiyor ya da devlet tarafından kaçırılmışlar ve akıbetlerine ilişkin hiçbir malumat yok. Devlet bunları ya infaz etmiş yani yok etmiş ya da kimsesizler mezarlığına bırakmış. Ailelerin tek derdi çocuklarının akıbetini öğrenmek ve artık bir kadavra haline gelmiş kemiklerine ulaşmak. Kısaca çocuklarının, kardeşlerinin bir mezarı olsun istiyorlar. Devlet böylesi bir masum talebe bile katlanamıyor. Binlerce polisini bu aileleri yıldırmak için seferber ediyor. Taksim de bir saat oturmalarına bile tahammül edemiyor. Her hafta gözaltına alıp, saatlerce polis araçlarında sıkış tıkış tutarak gözdağı veriyor. Bunu yıllardır yapıyor. Hükümetler değişiyor, bakanlar gidip geliyor mantık hiç değişmiyor. Taksim de eylemlerine müsaade edildiğinde bu durum bir ihsan gibi sunuluyor. İktidarın iyi niyeti olarak pazarlanıyor.
Analar dair memlekette hikâye çok. Anlattıklarımızın bir bölümü sonradan politikleşmiş analara dairdi. Politikleşmeden kastımız belirli bir bilince ulaşmak ve devlet dersinden geçmekle ilgili. Sinan Ateş’in anası da tümüyle analık dürtüsü ile hareket ediyor. Tek isteği adaletin gerçekleşmesi. Ama kartel devleti oluşturan güçler birbirlerinin alanına girmekten imtina ettiğinden adalet talebi ‘ ne diyim oğlum’a gelip dayanıyor. Kutsadıkları devletlerinin adalet taleplerine bu kadar sağır kalacağını hiç düşünmemişlerdi. Ama analık dürtüsünün önünde hiçbir güç direnemez. Devlet hayatları bir ‘çıplak hayata’ indirgeyip hepimize bir toplama kampı yaşamını layık görürken analık doğurgan ve yaratıcıdır.