Yazmak kolaymış gibi görünür ama hiç de göründüğü gibi kolay değildir. Bunu, yazının başına geçtiğinizde daha iyi anlıyorsunuz. Bilgisayarımı açayım da bir şeyler yazayım diyerek oturuyorsanız klavyenin başına, boşuna uğraşmayın, hiçbir şey yazamazsınız. Tabii bütün bunları kendi adıma söylüyorum. Sizi bilemem! Ne yazacağınıza karar vermeden başlar, yazdıkça açılır, yazınızı zenginleştirip noktalayabilirsiniz. Ben ne yazık ki öyle yapamıyorum.
Bende mi durum farklı, başkaları da benim gibi mi yapıyor, bilemiyorum. Ben nasıl mı yazıyorum? Ben yazmıyorum, yazı bana kendini yazdırıyor, dersem büyük laf mı etmiş olurum? Ama gerçek bu. Ne yazacağım konusunda en azından ilk cümle ya da ilk paragraf kafamda oluşmadıysa klavyenin başında akşama kadar otursam da boş. Önceden ne yazacağıma karar vermediğim için elim tuşlara bir türlü gitmediği gibi bir parça da gerilirim. Bu gerilimi atmak amacıyla bir kâğıt oyunu açar, rahatlamaya çalışırım.
“Ben nasıl mı yazıyorum?” dedim ama hâlâ nasıl yazdığımı anlatacağım yerde, nasıl yazamadığımı anlattım. Öyleyse sıra nasıl yazdığımı anlatmaya geldi.
Ne demiştim?
“Ben yazmıyorum, yazı kendini bana yazdırıyor.”
Afili bir söz, değil mi? Atalarımız,
“Büyük lokma ye ama büyük söz söyleme!” demişler.
Atalarımın çoğunu severim ve genellikle de sevdiklerimi dinlerim. O yüzden büyük söz söylemediğim gibi, lokmalarım da küçüktür. Atalarımız tezat, benzetme ve mecaz gibi sanatlı anlatımlara düşkün olduğu için söylemiştir bu sözü ama lokmaları da büyük yememek gerekir. Alimallah boğazımız tıkanır, hiç hesapta yokken zamansız olarak terk-i diyar eyleyebiliriz.
“Bir araba dolusu laf ediyor, bir türlü nasıl yazdığını söylemiyorsun da lafı sündürüp duruyorsun.” diyecekseniz, demeyin. Aslında anlayanlara anlatmaya başladım bile. Ben de bunları yazmak için başlamamıştım yazıya ama yazı, inatçı bir keçi gibi kendisini yazmam için dayatıp duruyor. Şu anda başıma gelen bu. Buraya kadar yazdıklarımı saçma bulanlara biraz daha ciddi ve açık örnekler üzerinden gideyim.
Gecenin bir vakti, elimdeki kitabı başucumdaki komodinin üzerine bırakıp,
“Geç oldu, yat artık!” der, uyumak isterim.
Bu arada zihnime hücum eden düşünceler, harika cümlelere, güzel benzetmelere, çarpıcı bir üsluba dönüşür. Bütün bunlar uyku ile uyanıklık arasında meydana gelir. Bir taraftan da uyku seni sarıp sarmalamaktadır. Uykunun o karşı konulmaz cazibesine yenilip de,
“Amaan!.. Sabah kalkınca yazarım.” deyip uykuna kıyamadıysan kaybettiğin andır. Uykuyu umursamayıp telefonuna uzandıysan yazıyı kurtardın ya da yazının cazibesine kapılıp onun etki alanına girdin demektir. Artık o sana hükmediyor, ne diyorsa onu yazıyorsun. Buna ilham mı denir, başka bir şey mi, varın ona da siz karar verin!
Bütün bunlardan şöyle bir sonuç çıkarmaya da laf aramızda, korkmuyor değilim. Yarı uykulu ya da çakırkeyifken daha iyi mi düşünüyoruz? Ya da şu ilham perisi mi ilham keçisi mi dedikleri her neyse bu ortamları mı seviyor?
Montaigne’i bilirsiniz, değil mi? Bilirsiniz dedim ama gerçekten biliyor musunuz, bilemem. Bilmeyenlere Montaigne’i bir cümleyle tanıtayım: 16. yüzyılda yaşamış, Fransız deneme yazarıdır ve deneme türünün babası olarak bilinir.
İşte anlı şanlı bu Montaigne nasıl yazıyormuş, biliyor musunuz?
Montaigne’in Denemeler’ini okuyanlar biliyordur da okumayanlar nereden bilsinler elin Fransız’ının nasıl yazdığını?
Montaigne diyor ki:
“Yazarken kitapları bir kenara bırakır, aklımdan çıkarırım; kendi gidişimi aksatırlar diye. Gerçekten de iyi yazarlar üstüme fena abanır, yüreksiz ederler beni. Ben gönlümce yazabilmek için evime çekiliyorum. Kimsenin bana el uzatamayacağı, söz edemeyeceği yabancı bir ülkede oturuyorum. Başka yerde yazsam daha iyi yazardım ama yazdığım şey daha az benim olurdu. Oysaki benim yazımda asıl aradığım, tam anlamıyla kendimin olmasıdır.”
Montaigne etkilenmekten korkuyor. İyi yazarlar işine karışıyorlar diye şikâyet ediyor ama kendisi de gelip benim işime karışıyor işte!
Bir fikri ortaya koymak, bir düşünceyi geliştirmek için türlü yollara başvurulur. Bunun için tanımlamalar, benzetmeler yapılır, örnekler verilir, karşılaştırmalardan, sayısal verilerden yararlanılır, bilinen isimlerden alıntılar yapılıp yazdıklarına destek sağlanır. Böyle olunca, yazı neden senin olmaktan çıksın?
Mösyö Montaigne kusura bakmasın ama ben kendisine ne yazık ki katılamıyorum. Aksine, kendisinden yararlandığım gibi, başka yazar ve şairlerden de azami ölçüde yararlanmaya çalışıyorum. Yeri geliyor görüşüme destek olacak bir alıntıya yer veriyorum, yeri geliyor bir şiirine atıfta bulunuyorum. Bunları yaparken de yazının ve şiirin sahiplerinin adlarını da saygıyla anıyorum.
İyi yazarlar, iyi şairler benim de üstüme abanıyorlar ama ben bundan Montaigne gibi şikâyet etmiyor, bilakis mutlu oluyor ve onlardan daha çok faydalanmaya bakıyorum. Bu iyi yazarların da iyi bir huyu olduğunu söylesem, 16. yüzyılda yaşamış, denemenin babası Fransız Montaigne’in kemiklerini sızlatmış ya da öteki tarafta olsa da kulaklarını çınlatmış olur muyum acaba?
Yazarlar-iyi ya da kötü-kendilerini okumayanlara, asla yardım etmezler, edemezler. Neden yardım edemezler, biliyor musunuz? Okumayan, araştırmayan kişiler, iyi yazarlara da onların düşüncelerine de Fransız kalırlar da ondan!..
Bilmem anlatabildim mi?