Kastilya kraliçesi İsabella aldığı bir kararla toprakları üzerinde yaşayan tüm Yahudileri ya din değiştirmeye yada topraklarını terk etmeye zorluyordu. Hatta din değiştirdiğini söyleyen Yahudiler acımasız bir takibe alınıyor tek tek izleniyor ve dinlerini gizli olarak sürdürdükleri anlaşılanlar vahşice katlediliyordu.
Bu takiplerden bıkan bir aile önce Portekiz’e, Paris üzerinden ise 17.yüzyıl başlarında kıta Avrupa’sının en özgür ülkesi olarak bilinen o zamanlar ki adıyla Denizaltı ülkesine yani şimdinin Hollanda topraklarına Amsterdam’a yerleşti.
Bu ülke 15 ve 16. Yüzyıllardaki mezhep savaşlarında Protestanlığın değişik anlayışlarının geliştiği ilk ülkelerden birisiydi. Fransa ve sonradan İspanya adını alacak topraklarda mutlakiyetçi rejimler ve Katoliklik baskınken orta Avrupa’da katoliklik hala nüfuz sahibi ve iktidarını koruma çabasında iken bu denizaltı topraklar inançlarını görece rahat yaşamak isteyen ve özgür düşünceye bir sığınak arayanlar için çekim merkeziydi.
Dünya ticaretinin Atlantik üzerinden uzak kıtalara kayması, Kuzeyde bulunan ve özellikle denizcilikte yaptığı atılımlarla zenginleşen bu toprakları dünya ticaretinin merkezi yapmış ve 17. yüzyıla geriye dönüldüğünde Flaman yüzyılı denilmesine sebep olmuştu.
Protestanlığın sağladığı görece inançsal serbesti kıta ticaretinin neredeyse merkez üssü haline gelen bu toprakları İngiltere’den sonra burjuvazinin dolaysız egemenliğinin sağlandığı ilk ülkelerden birisi haline getirmişti aynı zamanda. Bir cizvit mektebinden mezun olmasına ve ailesinden krala hukuki danışmanlık yapanlar çıkmasına rağmen Descartes özgür düşüncenin solunabildiği bu topraklarda yaşamayı tercih etmişti.
2500 yıl sürgün hayatı yaşayan Yahudiler ise dünyanın her tarafına dağıldıkları halde birbirlerinden haberdar olmalarını sağlayan dini örgütlenmeleri ile ticari avantajlara herkesten daha fazla sahip bir topluluktu.
Hem seçilmiş bir dine sahip oldukları inancı hem de salt ticaret yapmalarına izin verilmesi Yahudilere yaşadıkları ülkelerde riskli bir hayat sunmakla birlikte entelektüel ve ticari alanda özel yetenekler edindiriyordu.
Musevicesi ile Baruch Latincesi ile Benediktus, Spinoza ailesinin bir üyesi olarak bu koşullarda büyük ressam Rembrand’ın evi ile aynı sokakta ve neredeyse komşu sayılabilecek kadar yakın bir yerde dünyaya geldi.
Babası uzak ülkelerle ticaret yapan bir tacirdi. Baruch evlerinin hemen karşısındaki Sinagogda ciddi bir din eğitiminden geçti. Tevrat ve yoğun olarak Kabala çalıştı herkes onun bu yetenekleri ile ciddi bir Haham olacağına inanıyordu. Babası ise işlerini bu en yetenekli çocuğuna bırakmayı düşünüyordu.
Yoğun Tevrat eğitimi sonucunda Baruch bu kitabın Tanrı sözleri olmadığını Musa’nın halkına getirdiği yasalarında Tanrıyla ilgisinin bulunmadığı sonucuna varmıştı. 20’li yaşlarının başındaki bu genç hayatıyla ilgili bir karar alcaktı. O bilgiye aşıktı ve onun peşine düşmeyi bütün yaşamının gayesi haline getirmek istiyordu.
Ne paranın ne de Haham olmanın sağlayacağı dinsel statünün değil kendisini mutlu edecek şeyin bir mektubunda belirttiği gibi “ felsefe ve Teoloji “ ile ilgilenmek olduğuna karar verdi.
Tevrat’a getirdiği eleştiriler beraberinde ikna edilmeyince Yahudi cemaatinden dışlanmayı getirdi. Amsterdam’daki büyük sinagogun kapısına “ kimsenin onunla alışveriş yapmaması, selam vermemesi, elini sıkmaması ve yanına 300 metreden fazla yaklaşmamasını “ buyuran afaroz asıldı.
Yahudi toplulukların nerede olurlarsa olsunlar kapalı bir halde gettolarda yaşadığı düşünülürse dışlanmanın bu genç insan için bir tür ölüme terk edilmek anlamı taşıyacağı açıktır.
Bundan sonraki yaşamını mercek yaparak sağlayacak ve yaptığı işin sonucu toz yutmak olduğundan daha ellisine varmadan ölecekti. İşte bugün bu büyük filozofun ölüm yıldönümü ve yazıyı kaleme alma nedenimizde anlaşılmıştır.
Spinoza ilk laik ve Cumhuriyetçi düşünür ve filozoftur. Kutsal kitap eleştirisini dünyevileştirmiş, bütün mistik kabuklarından soymuş ve onun insan aklının ürünü olduğunu söylemiştir. Descartes’çı ruh ve beden ikiliğini reddetmiş panteist bir doğa ve dünya anlayışını savunmuştur. Yani doğa ve Tanrı tek bir tözden oluşmuştur. Her yerde karşımıza çıkan bu tözdür. Dolayısıyla herşeyin başlatıcısı, kutsal kitaplarda anlatıldığı gibi dünyayı ve insanı kendi zaman telakkisine göre yaratan bir Tanrı yoktur. Bu aynı çağın en büyük filozoflarından ve rasyonel düşüncenin kurucularından Descartes’ın bu konulardaki görüşleri dikkate alındığında muazzam bir ilerlemedir.
Kartezyen düşüncenin ruhu yücelten görüşleri karşısında bedeneve gövdeye ağırlık veren görüşleri savunmuştur. Nietzsche’den hele Foucault’dan yüzlerce yıl önce bedeni, tutkuları, arzuları, istekleri ve bunların insanı yönettiğini ve nasıl başa çıkılabileceğini yazmıştır.
Etika isimli ve çağın matematik yüzyılı olmasından kaynaklı olarak geometrik yöntemle yazdığı kitabında bu konuları işlemiştir. Kartezyen düşüncenin insanı sadece ruh ve zihin olarak gören açıklamaları karşısında bu görüşler sarsıcıdır.
Teolojik politik inceleme isimli siyaset felsefesi kitabında ise laik ve Cumhuriyetçi düşüncenin izleri vardır.Makyavelli ve Hobbes’un izinde Spinoza laik bir siyaset felsefesi geliştirmiştir. Siyaseti ilahiyatın, teolojinin hükümranlığından çıkarmıştır. İktidarın kaynağı ilahi değildir dünyevi istek ve arzulardır.
Bir topluluk canlı bir kamu hayatının varlığını halinde ve felsefenin ise teolojiden bağımsızlaşmasıyla insan onuruna uygun bir hayatı sağlayabilir. Onun dışındaki tüm yönetimler insanı köleleştirip, alçaltır.
Bu büyük filozof ne o dönemin yöneticilerine danışman olmayı kabul etti ne de üniversitelerin yaptığı hocalık tekliflerine olur dedi. Düşüncenin her türlü kişisel ve kurumsal otoriteden bağımsız kalabilme koşullarını sağladığında gelişebileceğini söylüyor ve gelen teklifleri geri çeviriyordu.
Son derece dar imkanlar içinde, hiç kimseden herhangi bir maddi destek almadan, çok erken yaşta ölümüne sebep olan mercek imalatı işini bizzat yaparak hayatını sürdürüyordu.
Panteist bir doğa tasavvuruna, laik ve Cumhuriyetçi dünya görüşüne sahip olan bu filozof kendisinden sonra gelen pekçok düşünürü etkilemiştir. Başta Hegel ondan derin biçimde etkilenen filozofların başında gelir. Çok sonra özellikle Marksist filozof Althusser, Deleuze ve özellikle İtalyan otonomist düşünür Negri düşüncelerini Spinoza’ya borçlu olduklarını ifade etmişlerdir.
Daha önce “ Etika’ya bir giriş “ isimli yazıyla bu büyük filozofu anmıştık. Kitaplarının, mektuplarının tamamı Dost Yayınlarınca seri olarak yayınlandı. Etika’nın farklı yayınevlerinden çevirileri mevcut.
Hakkında yazılan kitaplar ise Türkçe’de ciddi bir külliyat oluşturdu. Bilginin haysiyetini yüksek tutmuş, Kantçı anlamda onun buyruğuna girmiş, felsefi eleştiriyi dünyevileştirmiş büyük düşünürü saygıyla anıyorum.