Büyük umutlar yenilgilere dönüştüğünde yenilenlerin bir akıl tutulması yaşaması da olağan. Ya hep akıl tutulması içinde idiyseler ne yapacağız? Ayaklarımızın yerden kesilmesi konusunda daha uyanık olacağız ve burjuva muhalefetinin sınırları konusunda yanılsamalardan uzak duracağız. Resmi veya düzen muhalefeti devleti alıştığı biçimine geri döndürme konusundaki umutları boşa çıkardı. Ellerine fırsat geçmiş olsaydı bunu samimiyetle isteyip istemeyecekleri konusunda da ciddi tereddütlerimiz vardı. Bir önceki seçimde Cumhurbaşkanı adayının her hangi bir partiyle bağı olmaması ve var ise dahi aday olduğu anda bu ilişiğin kesilmesi konusunda tam bir mutabakat vardı. 2023'ün adayı Kılıçdaroğlu hem bir partinin genel başkanıydı hem de güçlendirilmiş parlamenter sistem denilen hale dönülünceye kadar partisinin başında kalma isteğini masadaki ortaklarına kabul ettirmişti. Bu olgular bile muhalefetin yeni sistemi giderek kabullendiğinin işaretleriydi. Geldiğimiz aşamada yeni ittifaklar olsa dahi önceki sisteme dönülmesi konusunda aynı hevesin olmayacağına inanıyoruz.
Muhalefet Türkiye'de devletin biçiminin değiştiğini bir türlü idrak edemiyor. Devlet biçiminin değişiminden neyi anladığımızı bir tartışalım. Tarih boyunca devletin hem tipi hem de biçimi sürekli değişmiştir. Platon ve Aristoteles'den başlayarak siyaset teorisi ile uğraşanlar zamanlarının büyük bölümünü bu değişimi anlamaya ayırmışlardır. Devletin tipi üretim tarzından bağımsız düşünülemez. Her üretim tarzı kendi özgül devlet tipini üretmiştir. Köleci üretim tarzının devleti emperyal bir devletti. Egemenliğini her hangi bir toprak parçası ile sınırlamıyordu. Ufkunun uzanabildiği her yeri egemenlik alanın içinde görüyordu. Ama emperyal devletin sabit bir biçimi yoktu. Atina yayılmacılığı hem herkesin hayranlık duyduğu demokrasiyi doğurmuştu hem de bu demokrasiye ulaşmak kolay olmamıştı. Öncesi ve sonrasında bir dizi tiranik dönemler yaşandı. Tiran hiç kimseye hesap vermeden yasa koyma ve yönetme hakkına sahipti. Atina devleti içeriden veya dışarıdan bir krizle karşılaştığında tüm yetkileri geçici olarak bir yöneticiye devrediyor ve kriz sona ermiş olsa dahi seçilen kişi erki bırakmaya yanaşmıyordu.
Bugün diktatörlük dediğimiz tek bir kişinin keyfiliğe dayalı yönetim biçimini Roma icat etmişti. Kriz dönemlerinde Senato tüm yetkiyi içinden seçtiği bir kişiye devrediyordu. Bu kişiye adıyla-sanıyla diktatör deniliyordu. Olağanüstü bir devlet biçimine sığınmak egemen sınıflar için bir tercih değil zorunluluktu. Çünkü karşılarındaki krizi ancak tüm yetkiyi bir tek kişiye devrettikleri taktirde aşabileceklerine inanıyorlardı. Bugün dünya sistemine hakim olan kapitalist üretim tarzının da ürettiği bir dizi devlet biçimi vardır. Devlet ve Devrim'de Lenin burjuvazi için en ideal devlet biçiminin burjuva demokrasisi olduğunu söylemişti. Çünkü burjuva demokrasisi de son tahlilde bir devlet, bir egemenlik biçimiydi. Burjuvazi bu devlet biçiminde işlerini daha çok onay üzerinden sağlıyordu. Çıplak zor yani şiddet devlet kurumlarına içselleştirilmiş olmakla birlikte öne çıkan rıza üreten aygıtlardı. Bu nedenlerle bir devlet tipini üretim tarzından bağımsız düşünemeyeceğimiz gibi devletin biçimini de ikna ile zor aygıtları arasındaki ilişkiden bağımsız bir biçimde düşünemeyiz.
Olağanüstü devlet biçimlerinin yükselişini krizlerden bağımsız düşünebilmek mümkün değildir. Kapitalizmin bünyesi zaten kriz üretmeye yatkındır. Şimdilerde yükselişte olan ve akademi tarafından daha çok popülizm olarak adlandırılan gelişmeleri 2008 krizinden bağımsız düşünebilmek mümkün değildir. 2008 krizi küreselleşme efsanesini yerle bir etti. Kapitalizmin emekçilere yönelik saldırısının bir parçası olarak hayata geçirdiği neoliberalizmin fiili olarak sonunu getirdi. Milliyetçiliği giderek tırmandırmaya başladı. Ülkeler arası rekabet kızışmaya, kaynak savaşları yeniden hortlamaya başladı. Küresel düzen bir geçiş döneminin içinden geçiyor. Rusya'nın Ukrayna'ya karşı başlattığı savaş ve Batı'nın tekrar ABD etrafında dizilmek zorunda kalması artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını gösteriyor. Malların, hizmetlerin ve sermayenin önündeki tüm engelleri kaldırmaya ve ulus/devletleri sermayenin bir komisyoncusu haline getirmeyi hedefleyen küreselleşme her yerde tökezliyor. Tıpkı sermaye gibi ondan bağımsız olması düşünülemeyecek devletlerde bu bu yeni duruma kendini hazırlamaya çalışıyor.
Avrupa etrafını çitlerle örerek bir refah adacığı olarak kalmaya devam etmek istiyor. En büyük korkusu göçmen akışının kıtaya sızması. Avrupa elindeki tüm imkanları küresel düzene barış getirmek yerine düzensiz göçmen akışlarını durdurmaya harcıyor. Dış politikasının ana yönelimini bu başlık belirliyor. Hemen sınırında devam eden Ukrayna savaşında sadece homurdanmakla yetiniyor. Rusya içindeki Batıcı eğilimi tasfiye ederek bir Avrasya gücü olmayı arzuluyor. Çar imparatorluğunun geçmişine özlemle, imrenmeyle bakıyor. Putin her milletin kendi kaderini tayin hakkını bir ilke düzeyine yükseltmiş olan Lenin'e öfkelenip büyük Rus hayalinden vazgeçmeyen Stalin'e minnet duyduğunu beyan ediyor. Kısaca dünya katostrofik bir sürecin içinde eskinin ölümünü, ama yeninin ise henüz embriyon halinde olduğu bir dönemi yaşıyor. Tek tek devletler ise buna yönelik hazırlıklarını hızlandırıp bu süreçten nasıl karlı çıkacaklarına dair hesaplar yapıyor. Türkiye gibi semi-periferi de yaşayıp elindeki güç unsurlarını doğru kullanacak ülkelerin devletler arası sistemde bir üst lige yükselmek gibi öncelikleri var. Bu yönelimler devletleri toplumsal bağlarından daha da kopartıp özgül hedefler peşinde kopmaya sürüklüyor. Çünkü bu dönem bir geçiş dönemi ve tek başına bir gücün başına buyruk davranabilme kapasitesi yok. Bu tür dönemler devletlerin iştahını kabartır. Statüko dağılmakta, bir geçiş sürecinden geçilmekte ve eski özlemler, hayaller ve irredentis hevesler kabarmaktadır.
Şu anlattıklarımız sadece küresel gelişmeler ve devletlerin buna gösterdiği tepkilerle ilgili. Barışın yerini çatışmaya, statükonun yerini istikrarsızlığa, küreselleşmenin tam zıddı sayılabilecek milliyetçiliğe bırakmaya başladığı bir dönem. Devletler böylesi bir süreci demokrasi ile karşılamanın aleyhlerinde olacağına, ellerini kollarını bağlayacağına inanıyorlar. Demokrasi serabı Sovyetlerin yıkıldığı ve küreselleşme ideolojisinin hakim olduğu bir döneme mahsustu. Ayrıca küresel emperyal güçler açısından demokrasi ulus-devletlerin egemenliklerini aşındırmanın bir enstrümanıydı. Bu dönemde liberal olmak, az devletle yetinmek, piyasanın sihirli elinin her şeyi çözeceğine inanmak modaydı. Şimdilerde ise tam tersi bir eğilim söz konusu. Muhalefetin ürettiği ortak politika metinlerinde buna benzer bir analize rastladınız mı? Rastlayamazsınız çünkü hala eski dünyanın içinden konuşuyor. Daha dışarıda ne olup bittiğinin farkında olmayan bir muhalefetin içeride işlerin nasıl döndüğünü anlayabilmesi ise mümkün mü? Hayır hem de kocaman bir hayır.