Muhafazakarlıkla ilgili ilk yazımızda muhafazakarlığın doğuş anına odaklanmış ve modernliğin üç ana siyasal akımından biri olduğunu belirterek ideoloji olmadığı yönündeki iddiaları ciddiye almadığımızı söylemiştik. Yine bu yazıda muhafazakarlığın bilgiyi nasıl temellendirdiğini izah ederek epistemoloji karşısındaki konumuna açıklık getirmeye çalışmıştık. Bu yazıda ise bu topraklardaki serencamına odaklanmaya çalışacağız.
Öncelikle şunu belirtelim muhafazakarlık doğuşu itibarıyla da müntesiplerine bir kurtuluş reçetesi sunmaz. Geleceğe ilişkin bir ütopyayı içermez ve aklın bu tür tasarımlarının sonunun felaket olacağına inanır. Muhafazakarlık bir haldir, tavırdır, üsluptur ve zaman karşısında takınılan bir tutumdur. Bu nedenlerle geç Osmanlı döneminde İmparatorluğun yıkılışı karşısında hal çareleri üretilmeye çalışılırken spesifik olarak bir muhafazakar siyasi proğramdan bahsedilemez. Örneğin İslamcılık İmparatorluğun yıkımı karşısında kendince bir hal çaresi üretmeye çalışmış, Batı'nın üstünlüğü karşısında geri kalmışlığa ve nasıl atılım yapılacağına dair bir fikir ortaya koymuştur. Şuranın, meşveretin yani parlamentonun ve danışmanın İslama içkin kurumlar olduğu iddiasında bulunmuştur. Sorunun İslamı yenileyememekten kaynaklandığını söyleyerek modernist bir İslamı savunmuştur. Yeni Osmanlılardan Namık Kemaller, Şinasiler böylesi bir İslam tasavvuruna sahiptirler.
Yusuf Akçura'nın üç tarzı siyasetini ele alacak olursak bu siyasetler İslamcılık, Osmanlıcılık ve Türkçülüktü. Ama muhafazakarlık bu kurtuluş reçetelerinin, siyasi proğramların ruhuna sinmişti. Çünkü tüm bu programlar modernist yöntemlerle iş görmekle birlikte değişimin yukarıdan devlet eliyle olmasına, varolan düzenin temel alınmasına, ahalinin bu işlere karıştırılmamasına ve gündelik yaşamın kesintisiz akışına inanıyorlardı. Bu nedenlerle Türkiye'nin fikir hayatı açısından en zengin dönemi olarak ilan edilen 2.Meşrutiyet'de dahi muhafazakarlık bir sada olarak yankılanmaktan uzaktı.
Muhafazakarlık üzerine yapılan çalışmalar Türkiye'de muhafazakarlığın doğuşunu Kurtuluş Savaşı yıllarında çıkan Dergah Dergisi ile başlatırlar. Milli Mücadele döneminde çıkan bu derginin kurucuları ve yazarları arasında Mustafa Şekip Tunç, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar , İsmail Hakkı Baltacıoğlu , Nurullah Ataç vd vardır. Yahya Kemal ile Tanpınar dergide estetik/kültür ağırlıklı yazılar yazıp şiirler yayınlarken, Mustafa Şekip Tunç Bergsonculuğu tanıtan felsefi yazılar yazarak derginin kavramsal dünyasını hazırlamıştır. Baltacıoğlu tahsil/terbiye ve Türkiye'de bir nevi pedagojinin kurucusu olarak da bilindiğinden daha çok eğitim hamlesi üzerinde durmuş, genç Ataç ise tenkit alanında kendisini hazırlamaya başlamıştır.
Mustafa Şekip, Bergson'un temel kavramları olan yaratıcı hamle, yaşam, hayat ve tüm bunların zamanla olan ilintileri üzerine çalışmıştır. Bergson, 19.yüzyılın devrimci kargaşa ortamında düzenin sağlam kazıklara bağlanması kaygısından türetilmiş, dar bir bilimcilik kutsamasına dayanan, sınıf çatışması yerine kontrollü bir ilerlemeye inanıp aklı ise eleştirel yönünden uzaklaştırarak salt bir araçsal akla indirgeyen, toplumun iş bölümüne göre düzenlenmesi gerektiği savunusu üzerine kurulu Pozitivist dünya görüşü karşısında Metafizik bir felsefi tasavvura inanıyordu. Pozitivizmin kurucusu A.Comte'a göre toplumlar üç merhaleden geçmişlerdi bunlar Din, Metafizik ve Pozitivist merhalelerdi. Bergson Pozitivizmin mekanik, işlevselci, sığ dünya görüşü karşısında yaratıcı hamleye ve hayatın kendisine inanıyordu. Zaman Bergson'a göre kronolojik ilerlemiyordu bu olsa olsa matematiksel bir zamandı. Lineer zaman ile yaşanan zaman arasında ciddi bir ayrım vardır. Somut zaman önümüzden akıp giderken biz onu zihnimizde hissederiz, şuurumuzda yaşayabiliriz. Yine Bergson akla karşı sezgiye ve içe bakışa inanıyordu.
Osmanlının yıkımını gören, geç kalmışlık sendromuna tutulmuş ve yüksek bir Osmanlı estetik ve kültürü olduğunu düşünen Dergah çevresi Kurtuluş Savaşını bu yaratıcı hamle anlarından birisi olarak tahayyül ediyordu. Durgunluğun, ataletin, bezginliğin çöktüğü Anadolu'nun bir yaratıcı hamleye ihtiyacı vardı ve Milli Mücadele bunun için fırsattı. Bütün bunlar bize Dergahçıların modernizmin içerisinden konuştuğunu göstermektedir. Eskiye dönüşün imkanı kalmamıştır, Kurtuluş Savaşı kazanılmak zorundadır, Türkiye modernleşmek mecburiyetindedir, fakat bu modernleşmenin zihniyeti pozitivist ve materyalist bir içerikten uzak olmalıdır. Dergah çevresi tıpkı üstatları Bergson gibi modernleşmenin yarattığı çatışkılar karşısında ne Pozitivizmin yavanlığına nede Marksizmin çatışmacı ve devrimci kopuşu esas alan vizyonuna itibar ediyorlardı. Maziyi topyekun inkar etmiyorlar, toplumların yaşamındaki sürekliliğe inanıyorlar, fakat hayatın estetik ve kültürel bir kuruluşuna iman ediyorlardı.
Dergah çevresi siyasete doğrudan karışmadı ve hakim ideoloji olan Kemalizm ile bir çatışma içerisine girmedi. Kemalizmin Osmanlı inkarcılığına prim vermediyse de siyasi alanda hilafetçi ve saltanatçı olmadılar. Gerçekleşen devrimlerle problem yaşadılar dil devrimi, zaman ölçülerinin değişmesi, dilin sadeleşmesi gibi. Ancak bu alanda dahi geriye dönüş yanlısı değildiler itirazları mazi ile olan bağların kesilmesineydi. Varolan düzenin içinde yer aldılar ve dışlanmadılar zaman zaman gözden düşmelerine rağmen. Büyükelçi, milletvekili, öğretim üyesi yapıldılar. Dolayısıyla Türk muhafazakarlığı kendisini siyasal alanda değil estetik ve kültür alanında kurdu.
Burada bir imkandan bahsedebilir miyiz ? Marshall Berman modern kelimesinden türetilen kavramları şöyle sistematize eder; modernleşme iktisadi ağırlıklı bir süreçtir ve tam karşılamasa da kapitalizmin kendisidir; modernite bir zihinsel tutumdur, akıl merkezli bir zihniyet dünyasını esas alarak modernleşmenin yarattığı semptomlar üzerine tefekkür yapmaktır; modernizm ise estetik ve sanatsal bir tavırdır, ifadedir. Dergah çevresinin modernleşme ile bir sorunu yoktu ve Anadolu'nun modernleşmesi gerektiğine inanıyorlardı. Estetik ve sanatsal alandaki tavırlarıyla da modernizmin öncüsüydüler. Bu alanda çalışanlar bu süreci zaten ya Ahmet Haşim ile yada Yahya Kemal ile başlatırlar. Estetik modernliğe inanıyorlardı bu anlamda da Kantçı özerkliği içselleştirmişlerdi. Sanat ve edebiyatlarını herhangi bir siyasi programın hizmetine vermek istemiyorlardı. Kendilerinden önce alafrangalık ve alaturkalık arasında salınan, Batılılaşmanın temsillerini sorunsallaştıran veya Ahmet Mithat gibi toplumu eğitmeyi onu ağır ağır Batılılaşmaya ikna etmeyi düşünen bir başka programın hizmetindeki sanat telakkisine karşıydılar. Bu anlamda sanat ve estetiğin özekliğine inanarak haysiyetine sahip çıkmışlardır.
Yine bitmedi, devam ederiz.