Weimar yıllarına damga vuran ve kamu hukukçuları arasında cereyan eden tartışmanın en önemli taraflarından biri Nazilerin baş hukukçusu da kabul edilecek olan Carl Schmitt’ti. Schmitt 1933 yılında Nazi Partisine üye olur ve aynı yıl Nasyonal Sosyalist Hukukçular Derneği’nin öğretim üyeleri bölümü başkanlığı, Alman Hukukçular Gazetesi editörlüğü olmak üzere Nazi rejiminin inşası ve kurumlaşmasında önemli sorumluluklar üstlenir. Nazi Partisi’nden uzaklaştırıldığı 1936 yılına kadar yeni rejimin kronjurist’i (baş hukukçusu) olarak anılır. Tıpkı Heidegger’de olduğu Schmitt’in de Nazilerle organik bağı kısa sürmüşse de zihniyet ortaklıkları bütün bir yaşamları boyunca devam etmişti. Her iki düşünür de Nazilerle aralarındaki yakınlığın bir özeleştirisini yapmaya yanaşmayacaktı. Schmitt geniş bir kültüre sahipti. Yalnızca çok zeki bir kamu hukukçusu değil değişik alanlarda kalem oynatabilecek geniş bir birikime sahipti. Schmitt üzerine doktora tezi hazırlamış olan Aykut Çelebi’ye göre ‘kısa, vurucu cümlelerle örülü metinleri, inanılmaz bir okuma hevesi uyandırır, okuma lezzeti bırakır. Okuyucu çoğu kez kendisini, bilimsel bir eser mi, yoksa bir Çehov öyküsü mü okuduğunu sormak zorunda hissedebilir. … Yüksek genel kültür düzeyi ve ilgi alanlarının genişliğinin yanında, yazma üslubu ve argümanlarını serimleme tarzıyla da sıra dışı bir düşünürdür.’
Schmittyen düşüncenin kurucu kavramı ‘siyasal’dır. Düşünür kavrama her hangi bir değer, ilke, içerik atfetmez. Siyasal sınır çizen bir kavramdır. Siyasal dost ve düşmanın kim olduğunu belirler. Bir sınır, ölçü, mihenk taşı koyar. Kendi halinde birbirinden bağımsız hayatlar sürmekte olan insanları Rousseau’cu anlamda bir heyete dönüştüren, karar ve eylemlerine yön veren ölçüyü sağlayan siyasal kavramıdır. Dost ile düşman arasındaki sınırı tayin eder. Siyasal kavramı aynı adlı çalışmasında ısrarla vurguladığı gibi devleti önceler. Devlet siyasal kavaramı üzerine kurulur. Halk, ancak siyasal birlik halinde ve devlet olarak örgütlendiği takdirde bağımsızlığını koruyabilir. Bunu başaramayan halklar, başka halkların ve devletlerin uyruğu olmaya mahkûmdur. Bu nedenle devlet dost ve düşmanlarını belirleme, düşmanlarını yok etmek için halkından her türlü fedakârlığı bekleme hakkına sahiptir. Devletin ana görevi egemenlik alanı içinde huzuru, güvenliği ve düzeni sağlamaktır. Eğer düzen krize sürüklenir ve bir olağanüstü hal ortaya çıkarsa müsebbiplerinin kimler olduğunu tayin etmek ve tıpkı düşmana muamele eder gibi davranmak da o devletin en tabii hakkıdır.
Schmitt’e göre siyasal birliği sağlayan şey toplum sözleşmesi değil genel iradedir. J.J.Rousseau ise siyasi heyete varlık ve hayat veren şeyin toplumsal pakt yani toplumsal sözleşme olduğunu söylüyordu. Anlaşmanın gayesini anlaşma altına girenlerin varlıklarının korunması oluşturuyordu. Rousseau toplum sözleşmesi isimli yapıtını bir siyasal hukuk incelemesi olarak kaleme almıştı. Dolayısıyla Schmitt’den yaklaşık 160 yıl önce aynı sorunlarla uğraşmıştı. Halk nasıl meydana gelirdi, siyasal birliğini ne ile sağlardı, egemenliğini nasıl kullanırdı, yurttaş ve tebaa kime denirdi? Siyasal gücün pasif ve aktif hallerine hangi adlar verilirdi? Daha Toplum Sözleşmesi’nin başlarında Rousseau bu sorularla meşgul olacağını hatırlatır. Bir ‘çokluk’ buna kalabalık da diyebiliriz, ancak aldığı bir kararla bir heyet yani topluluk haline gelebilir ve elindeki gücü aktif olarak kullanmaya başladığında ‘hâkim varlık’ pasif olarak kullanmaya karar verdiğinde ise ‘devlet’ haline gelir. Heyetin bileşenleri ortaya çıkan genel iradeye katıldıklarında ‘yurttaş’ sıfatını alırlar. Genel iradenin nesnesi olmayı kabullendiklerinde ise birer tebaa haline gelirler. Toplumsal pakt sivil ve medeni bir yaşamın güvencelerini sunar. İçgüdüleri ile yaşayan insan onları denetleyip, ortak yaşamın kurallarına uyum sağlamayı öğrenir. Bağımsız, serazat bir hayatı kaybederken sivil özgürlükleri ve üzerinde tasarruf ehliyetinin olduğu mülkiyet hakkını kazanır.
Rousseau’nun en kritik kavramlarının başında genel irade kavramı gelir. Siyasi birliğin kurucu unsuru olan ‘genel’ irade asla devredilemez. İktidar devredilebilir, temsilciler aracılığıyla kullanılabilir, ama genel irade devredilemediği gibi bölünemez: ya vardır ya da yoktur. Peki genel iradenin sahibi heyet nasıl bir şeydir? Rousseau bir yerde ‘ genel iradenin kendini tam anlamıyla ifade edebilmesi için, devlet içinde kısmi toplumların bulunmaması ve her yurttaşın kendi kararını kendi vermesi gerekir’ der. Cumhuriyetçi düşüncenin en önemli kaynakları arasında kabul edilen düşünür ‘kanunlarla yönetilen her devletin cumhuriyet olduğunu söylüyorum; çünkü yalnızca cumhuriyettedir ki, yöneten kamu menfaatidir ve kamuya ait olan şey bir değer taşır. Her meşru hükümet cumhuriyetçidir.’ Cumhuriyetçi düşüncenin bütün özgünlüklerini bu iki alıntı da görebiliriz. İlki kamusal müzakere süreçlerine ancak yurttaş sıfatı ile katılınabilir. Cumhuriyetçi eşitlik fikriyatı yurttaş eşitliğine yaslanır. Siyasal yaşam, ancak yurttaşlık bağı üzerinden tesis edildiğinden azınlıkların, komünitelerin tanınmasına yer yoktur. Cumhuriyet ortak çıkarları, kamu menfaatini esas alır. Kamusal müzakerenin konusu bireysel veya kısmi çıkarlar değil ortak iyidir.
Yeniden Schmitt’e dönelim ve onun Rousseau’cu kavramlara nasıl yaklaştığına bakalım. Schmitt’e göre bir halkın en ayırt edici özelliği türdeşliği yani homojenliğidir. Halk yönetimi bireylerin kendi kaderlerini tayin hakkı anlamındaki Kantçı otonomiye değil, kolektif eylemliliğe dayalıdır. Bireyi halka bağlayan ise ırk, inanç, ortak kader ve gelenektir. Ortak dil, yazgı birliği, yaşanmışlıklar yani tarih, umutlar ve hedefler halkın türdeşliğini sağlayan unsurların en başında gelir. Tüm bu düşünceler Schmitt’in bırakalım liberal değerlere olan karşıtlığını Cumhuriyetçi düşünceden de ne kadar uzaklaştığını gösterir. Rousseau’da genel iradenin devredilemeyeceğini, bölünemeyeceğini görmüş, ancak iktidarın kullanımının temsilcilere bırakılabileceğinin altını çizmiştik. Schmitt temsile aşkın anlamlar yükler. Temsilin konusu varoluşsal bir idedir. Bu ide devlette cisimleşmiştir ve temsil eden hedeflerine ulaşmak için emir ve talimatlarla bağlı değildir. Bu nedenle her devlette ‘devlet biziz diyebilecek insanlar olmalıdır.’ Siyasal birliğin temsilcileri kendilerini devlet ile özdeşleştirirken genel iradenin asıl sahibi halk kendini nasıl ifade edecektir? Schmitt ‘akklamatio’ diye bir kavrama başvurur. Akklamatio kamusal onay demektir ve halk iradesini nacak bu usulle dışa vurabilir. Halk önüne getirilen sorulara evet veya hayır demek suretiyle sürece dâhil olur. Halk kamusal müzakere prosedürünün etkin bir failine değil, önündeki soruya cevap vermekle yükümlü pasif bir yığına dönüşmüştür. Naziler ve bütün otoriter rejimler kurumsallaşırken sıklıkla bu yönteme başvurmuştur.
Demokrasi farklılıklar rejimi değil dil, din, kader, amaç birliği içindeki bir topluluğun türdeşliğini sağlayan rejimin adıdır. Demokrasi farklılıkların güvenceye alındığı değil türdeşliğin sımsıkı korunduğu bir düzendir. Böylece demokrasinin yerli ve milli bir tanımına ulaşmış oluruz. Bir halk düşmanlarını doğru tespit ettiği takdirde, siyasal kavramının hakkını verebildiği ölçüde türdeşliğini temin edebilir yani demokrasisini koruyabilir. Düşmanın varlığı demokrasinin ontik koşuludur. Schmittyen demokraside özgürlük kavramına yer olmadığı gibi eşitlik düşüncesi de ulusun türdeşliğine indirgenir. Ve bu demokrasinin güvencesi de pasif halk yığınları değil, ‘sessiz yığınların sesi olan’ bir diktatördür. Schmitt diktatörlüğün hukuk devleti ile bağdaşmayacağını bilecek kadar bilgi sahibidir. Ancak hukuk devleti de onun için liberal bir avadanlıktır zaten: olmaması bir eksiklik doğurmadığı gibi bir fazilettir. Böylece diktatör halkın siyasal birliğinin asıl koruyucusu olarak demokrasinin icaplarını da gerçek anlamda yerine getiren tek kişidir. Schmittyen düşünceler bize çok mu uzak yoksa etrafımızda kol mu geziyor diye sorarak yazıyı noktalayalım.