Milli Yargıdan Milli Hukuka (8)

Hacı Hüseyin Kılınç

20’ler boyunca Weimar dönemi Almanya’sında kamu hukuku alanında Türkiye’de yaşayan bizleri de doğrudan ilgilendiren tartışmalar yürütüldü. Kamu hukuku genel olarak özel hukukun karşı kutbunu oluşturur. Özel hukuk bireyler arası ihtilaflarla meşgul olurken kamu hukuku ortak yaşamın düzenlenmesine, siyasal alanın oluşumuna, iktidarın kökenleri ile uygulanmasına, hukuk devleti ile sınırlanmış devlet aygıtının kuvvet kullanırken dayandığı esas ve kurallarla ilgilenir. 20’lerde yapılan tartışmaların merkezi temalarını ise demokrasinin kökenleri, halkın siyasal birliğini nasıl sağladığı, birliğin nasıl işlediği ve iktidarın kullanımının kimlere ve nasıl devredildiği, bu birliğin teminatı olan anayasayı kimin ve kimlerin koruyacağı, bu koruma için anayasa yargısına ihtiyaç olup olmadığı gibi meseleler oluşturuyordu. Kısaca tartışma bir demokrasi tartışmasıydı. Demokrasi farklılıkların güvenceye alındığı, azınlıkta kalan fikir ve topluluklara anayasal teminatların sunulduğu, anayasal korumanın bir yüksek yargı organı olan anayasa mahkemesine bırakıldığı bir rejim miydi yoksa tüm bunların tersine halkın homojen kabul edildiği, yerlilik ve milliğin egemen olduğu ve hukukun da asıl olarak bu vasıfları korumaya seferber edildiği bir idare tarzı mıydı? 

Önce Weimar’dan başlayalım. Almanlar 1.savaştan yenilgi ile ayrıldıklarında büyük bir siyasi kargaşanın içine sürüklendiler. İmparator Kayzer Wilhelm yenilginin utancı ile koltuğunu bırakmış, genelkurmay tasfiye edilmiş ve siyasal alana tam bir kaos hakim olmuştu. Savaşın yarattığı enkaz Bolşevik devriminin de etkisiyle Almanya’yı bir devrimin eşiğine getirmişti. Beklenen devrim çok gecikmeden gerçekleşti ve başta Bavyera olmak üzere Sovyet cumhuriyetleri kurulmaya başladı. Dönemin en güçlü siyasi hareketi olan sosyal demokrasi savaş nedeniyle ikiye bölünmüş ve bir daha yan yana gelmemek üzere yollarına ayrı ayrı devam edecekti. Bu ayrılık nihai ve kesin bir ayrılıktı. Sosyal demokrasinin merkezi kanadının artık kapitalizmi devrimci bir yolla devirme niyeti kalmamıştı. Bu niyetten uzaklaştığı gibi şovenizmin etkisi altında giderek düzenin en güvenilir aygıtı haline gelecekti. Alman devriminin yenilgisinin başlıca sorumluluğu sosyal demokratlara aitti. Çünkü kurulan koalisyon hükümetlerinde başbakanlık ve içişleri bakanlığı koltuğunda onlar oturuyordu. 

Alman Devrimi 30 Kasım 1918 yılında yenilgiye uğratıldı. Berlin ve Münich’e düzen hâkim olmuştu. Rosa Lüksemburg’un cesedi 15 gün sonra bir kanalda bulunacaktı. Savaşın başlangıcında parlamentoya gelen savaş bütçesine milliyetçi histerinin etkisi altında onay veren sosyal demokrasi devrimin önderlerinin ezilmesi kararının da altına imza atacaktı. Devrim ezilmişti, ama İmparatorluk da sona ermişti. Versay barışı Almanya’yı toprak kayıpları ile ağır savaş tazminatlarına mahkûm etmişti. Büyük Germen İmparatorluğu hayalleri ile savaşa giren bir ulus parya statüsünü kabullenmeye zorlanmıştı. Ekonomik krizlere hiç bitmeyen siyasal krizler eşlik edecekti. Ama yine de 15 yıllık Weimar dönemi tarihe bir Cumhuriyet olarak geçecekti. İktidarın soydan soptan geçişine son verilmişti. İktidarın başkenti Berlin’den bir kasaba sayılacak olan Weimar’a taşınmıştı. Bu Anadolu’daki genç cumhuriyetin başkenti Ankara’ya taşımasına benziyordu. Berlin, Prusya krallığının, kendilerini bir İmparatora dönüştürmüş ve Kayser unvanını almış Hohenzollern sülalesi ile bağlaşığı toprak soylularının başkentiydi.  Weimar ise burjuva cumhuriyetinin başkenti olmuştu. 

Weimar yılları Alman toplumunun gerçek anlamda özgürlüğü ilk defa deneyimlediği bir dönemdi. Demokratik bir anayasa yapılmış, siyasal yaşamın merkezine parlamento oturmuş, seçimler nispi temsil usulü ile yapılmak suretiyle toplumun en geniş kesimi siyasal yaşamın içine çekilmişti. İmparatorluk dönemi elitleri savaş yenilgisinin utancı ile siyasal sahneden dışlanmıştı. Toplumun en örgütlü güçlerini sosyal demokratlar ve komünistler oluşturuyordu. Liberal demokratlar yasama organında ciddi bir ağırlığa sahiptiler. Bu yıllar aynı zamanda kargaşa yıllarıydı. Her şeyden önce yüzyıllarca soyluluğun baskısı altında ezilmiş bir halk cumhuriyet ve demokrasi fikri ile yeni tanışıyordu. Savaş tazminatları ulusal onuru kırmış ve rencide etmişti. Bismarck ile birlikte soyluluk militarist bir devlet aygıtı yaratmıştı. Toplumda militarizm yanlısı, geçmişin özlemi ile yaşayan ve Cumhuriyet fikrine tahammülü olmayan geniş çevreler vardı. Proleter devrimine yanıt olarak gerici, faşist darbeler tezgahlanmıştı. 1919 yılında Kapp isminde eski bir asker, ordunun dağıtılması ile işsiz kalmış askerleri de yanına toplayarak bir darbe teşebbüsünde bulunmuştu. 1923’de ordudan atılmış bir asker ve başarısız bir resim kariyerine sahip olan Hitler Münich’de birahane darbesini yapmaya çalışmış, ancak başarısız olmuştu. 

Weimar sanat, kültür, edebiyat alanında yaratıcılığın kapılarını sonuna kadar açmıştı. Yepyeni fikirler, edebiyat akımları boy gösteriyor ve sahne sanatlarında adeta bir patlama yaşanıyordu. Dergilerin, gazetelerin sayısı artıyor canlı bir fikir hayatı ortaya çıkıyordu. Toplum adeta uzun sürmüş bir kış uykusundan uyanmaya başlıyordu. Kültür tarihçisi Peter Gay ‘Weimar Kültürü’ isimli kitabında bu dönemin canlı bir tasvirini yapar. Dışavurumculuğun etkili olduğu, yeni mimari üslupların denendiği, modernizmin en yenilikçi deneylerinin yapıldığı bu yıllar bir toplumun bastırılmış güçlerinin yüzeye, bilince çıkmaya başladığı bir dönemdi aynı zamanda. Bütün bunlarla birlikte Walter Benjamin’in yetkinlikle izah ettiği gibi bir faşist estetiğin doğumuna da tanıklık edildi. Örneğin Ernst Junger bir savaş estetiği üreterek savaşı insan eyleminin en yüce deneyimi haline getirecekti. İşçiyi emek gücünü satmak zorunda kalan ve kapitalizmin bütün insani yetilerini yok ettiği birisi olarak değil ulusun homojenliğin gururlu bir üyesi olarak anlatacaktı. Kısaca savaş yenilgisi, yarım kalan devrimci atılım Almanlara bir cumhuriyet hediye etmişti, fakat soyluluğun militarist değerleri ile teçhiz olmuş güçlerde iş başındaydı. 

Alex Callinicos postmodernizme bir reddiye olarak kaleme aldığı etkili kitabı ‘postmodernizme hayır’ da özellikle Almanya açısından soyluluğun direncinin, ancak ikinci savaşın yenilgisi ile kırılacağını söyleyecekti. Weimar yılları Almanya’ya cumhuriyeti getirmişti, ama eski güçler iş başındaydı. Bürokrasi başta olmak üzere güçlerini hala koruyorlardı. Alman eğitim sistemi geniş halk kitlelerine hala kapalıydı. Bürokrasi başta olmak üzere üniversite ve yargıya tümüyle ayrıcalıklı bir sınıf hâkimdi. Üniversite kariyerine başlayan birinin düzenli bir maaşa kavuşabilmesi yıllarını alıyordu. Aile desteği olmadan akademik kariyer yapabilmek, disiplinli bir entelektüel hayat sürdürebilmek mümkün değildi. Alman entelektüelleri Weber’de olduğu gibi ya bir yanıyla soylu sınıflara mensuptu ya da özellikle Yahudi kökenli olanlarda olduğu gibi yüksek burjuva sınıflarına mensuptular. Benzer bir durum yargı bürokrasisi içinde söz konusuydu. Hukuk eğitimi paralıydı ve ardından staj süresi boyunca da maaş alınmıyordu. Bir yargıç adayının düzenli bir gelire kavuşması için 15 yıl sabretmesi gerekiyordu. Sıkı disiplin kuralları ve azledilme riski yargıçları bağımsız ve tarafsız davranmaktan alıkoyuyordu.

Weimar yılları ekonomik krizin süreklilik kazandığı, hiper enflasyonun alım gücünü yerle bir ettiği bir dönemdi. Yargıçlar sınıfının alım gücü düşmüş, iş yoğunluğu artmış ve aldıkları eğitim ve kültürün de etkisi ile cumhuriyetle araları iyi değildi. Toplam on bin yargıcın olduğu bu dönemde muhafazakâr Alman Yargıçlar Birliği’nin sekiz bin üyesi varken 1922 yılında kurulan Cumhuriyetçi Yargıçlar Birliği’nin yalnızca üç yüz üyesi vardı. Alman Yargıçlar Birliği Başkanı bir makalesinde parlamentonun yasama hakkını aşağılayarak çıkan kanunları ‘melez ve piç’ olarak nitelendirir. Yine devletin geçici biçimi ile özü arasında bir ayrıma giderek Cumhuriyetin devletin geçici biçimi olduğunu ve siyasal partilerin hâkimiyetinde olması nedeniyle de asıl sadakatin devletin özüne gösterilmesi gerektiğini söyler. Bu anlayışa göre devlet toplumdan bağımsız, kendi özüne bağlı bir entitedir. Parlamento faaliyetlerine ve siyasal partiler arasındaki rekabete karşı derin bir güvensizlik hissedilir. Toplumun ve devletin birliğini, ancak kayzer ruhuna sahip çıkacak birisi sağlayabilir. 

Alman yargısının bu otoriter anlayışı ceza politikalarına da yansır. Bu dönemde devlete karşı işlenen suçlarda ikili bir hukuk uygulanır. Frankel’in Nazi dönemi hukukunu kavramlaştırmak için kullandığı ikili hukuk ayrımı daha Weimar yıllarında tutucu Alman yargısı tarafından hayata geçirilmişti. Sağ eylemciler yargı himayesine alınmışlar ve cezasızlık politikası ile ödüllendirilmişlerdi. Cumhuriyetin ilk kargaşa yıllarında sağcı failler tarafından işlenen 354 cinayetin yalnızca birinde ömür boyu hapis cezası verilmiş diğerlerinde failler ortalama 4 aylık cezaya çarptırılmışlardı. 326 dosya ise faili meçhul kalmıştı. Solcu eylemciler tarafından işlenen 22 cinayette on idam ve üç ömür hapis cezası verildi. Cumhuriyeti yıkmak için ordu içinde gizli olarak faaliyet yürüten Kara Ordu dosyasında yargılanan sanıkların çoğunluğu beraat etti veya hafif cezalar aldılar. Bunu haberleştiren gazetecilere devlet sırlarını ifşa etmekten ağır cezalar verildi. Kapp darbesine katılanlardan yalnızca bir kişiye ceza verilirken darbe karşıtı 200 yurttaşın infazına sessiz kalındı. Münich birahane darbesine katılanlara başta Hitler olmak üzere eylemi ‘saf vatansever bir ruhla ve asil diğerkâm amaçlarla’ hareket ettiklerinden bahisle en hafif ceza olan beş yıl hapis cezası verildi. Hitler daha önce de aldığı bir ceza nedeniyle denetimli serbestlik koşullarından yararlanmaması gerekirken bu haktan yararlandırılarak altı ay sonra serbest bırakıldı.

Cezasızlık politikası, faillere en az cezaların verilmesi, her türlü haktan yararlandırılarak tahliye edilmeleri tutucu ve otoriter Alman Yargısının alışıldık uygulamalarıydı.  Çünkü bu hukukun dayandığı hukuk politikası milli ve yerli değerleri esas alıyor, ulusun homojenliğini veri sayıyor ve homojenliği ihlal edenlere katı yaptırımlar uyguluyordu. Parlamentonun yasama hakkı sorgulanıyor, çıkardığı kanunların etrafından dolanılıyor ve hukuk devletinin bekçisi olması gereken yargıçlar sözde milliğin fino köpekleri haline geliyordu. Bizdekinden çok mu farklı?