Devrim son tahlilde bir değişim isteği, modernlik arzusudur. Tutucu güçler karşısında ilhamını geleceğin daha iyi olacağı umudundan alır. Statükonun yüzü ise geçmişe dönüktür. Her şeyin olduğu gibi akıp gitmesi taraftarıdır. Kapitalizm bir yandan sürekli devinim, yenilik demektir. Marx ve Engels biraz da abartılı bir biçimde kapitalizmin bu yönünü manifestoda uzun uzadıya anlatmıştı. Sosyal demokrat bir iktisatçı olan Schumpeter kapitalizmin bu yönünü ‘yaratıcı-yıkıcılık’ diye açıklamıştı. Kapitalizmin yaşadığı krizler karşısındaki dayanıklılığının geri planında bu özelliği yatıyordu. Bir yandan kaçınılmaz olarak krizlere açık bir doğaya sahipti, ama diğer yandan da tıpkı bir anka kuşu gibi kendi küllerinden yeniden doğabiliyordu. Mukavemetinin, yıkıldığı zannedildiği anda yeni bir gençlik iksiri almışçasına ayağa kalkabilmesini bu özelliğine borçluydu. Demek modernliğin bir yüzü geleceğe diğeri geçmişe dönük iki yüzü vardı. Kapitalizmin krizleri bu iki yüzü karşı karşıya getiriyordu
Kapitalizmin krizinin geçmişe sarılarak aşılabileceğine inanan kamp geleneğe sığınır. Gelenek ise bütün enerjisini etnik ve dini kimliklerden alır. ABD’de Hıristiyan kurtuluşçuluğu diyebileceğimiz Evangelizm hortlayarak siyasetin merkezine yerleşir. İsrail’de köktendinci Yahudiler parçalanmış siyaset içinde iktidar ortağı olur. Putin, Lenin’i paranteze alarak Çarlık ve Stalin dönemlerini büyük Rus yurtseverliği altında kaynaştırır. Hindistan’da Narendra Modi Müslümanları bir nefret nesnesi haline getirmek suretiyle Hint milliyetçiliğini azdırır. Türkiye, Ortadoğu ve Afrika’nın bir bölümünde ise din siyasal kimliğin en önemli kurucu yanı haline gelir. Bütün bu dünya tarihsel gelişmeler faşizmi güçlü bir olasılık olarak yeniden insanlığın karşısına diker. Kapitalizmin modernlikle barışık evrenselci, usçu eğilimleri süreç olarak faşizm karşısında gerilemeye, irtifa kaybetmeye başlarken, yerlilik ve millilik jargonu altında gelenek ‘yeniden icat edilir’. Faşizm, insanlığı dinlerin, milliyetlerin dünyasına yeniden iade etme gayretkeşliğidir.
Modernliğin kapitalizmle barışık olan yüzüyse insanlar arası ilişkileri metaların birbiriyle değişimine indirger. Burada evrensel bir eşdeğer olarak paranın sınırsız kudretine bel bağlanır. Kapitalizm kendinden önceki tüm üretim tarzlarından farklı bir biçimde iktisat ile siyaseti birbirinden ayırmıştı. Kapitalizm öncesi üretim tarzlarında sömürüye siyasal zor eşlik ederdi. İster köleci isterse feodal üretim tarzlarında, iktisat dışı zor olmadan yani siyasal baskı uygulanmadan sömürüyü devam ettirebilmek imkânsızdı. Köle hem emeği hem de bedeni ile sahibinin mülküydü. Tüm varoluşu ile her hangi bir eşyadan farksız biçimde sahibine aitti. Feodalizmin güvenliksiz dünyasında serf canını ve malını angarya karşılığında lorduna emanet etmişti. Artı ürünün çekip alınmasına siyasal zor eşlik ederdi. İktisadi sömürünün dayanakları iktisadın dışındaydı. Siyasal tahakküm olmaksızın sömürüyü devam ettirebilmek mümkün değildi.
İlk defa kapitalizm sömürüyü iktisadın sessiz dünyasına iade etti. İşçinin sömürüsü onun her tür üretim aracından özgürleşmesi sayesinde mümkün olabildi. Toprağından ve işliğinden yoksun kalan işçinin özgür birisi olarak piyasaya çıkıp emeğini pazarlamak dışında yaşamını idame ettirebileceği başka bir aracı yoktu. Demek ki işçinin elinde kalan tek üretim aracı emeğinin gücüydü. Sözleşme özgürlüğü başlığı altında toplayacağımız bu özgürlük kapitalizmin özgürlük tasavvurunun sınırını çiziyordu. Üretimin sessiz dünyasında soyut emeğe indirgenmiş işgücü hukuksal bir süje haline ise ancak soyut bir yurttaş olarak gelebiliyordu. Üretim sürecinde emek gücünü satma özgürlüğe dışında başka bir özgürlüğe sahip olmayan işçiyi hukukun soyut dünyası yurttaşlar olarak birbirine eşitliyordu. İktisadi alandaki eşitsizlik hukuken eşit süjeler sayılmakla görünmez kılınıyordu. Mübadele alanı nasıl eşdeğerlerin birbiriyle karşılaştığı ve ancak eşdeğer olanların değiş tokuş edildiği bir dünya idiyse bu karşılaşmayı mümkün kılanda hukukun eşdeğer süjeler haline getirip sözleşme özgürlüğü tanıdığı yurttaşlardı. Modernliğin kapitalizmle barışık yanının evrenselliği ancak bu sınırlar dâhilinde mümkündü. Toplum başka bir biçimde örgütlendiğinde bütün düzeyleri içine alacak bir evrensellik söz konusu olabilirdi.
Hukuk devleti modern devletin doğuşu ile ortaya çıktı. Modern devlet ise feodalitenin çok merkezli dağınık iktidarının giderek yeniden merkezileşmesiyle mümkün oldu. Parçalı iktidar mutlak bir monarkın elinde merkezileşmeye, yetkiler kralda toplanmaya başladı. Kralın iktidarını merkezileştirdiği toprak parçasını yönetebilmesi için mali kaynaklara ihtiyacı vardı. Lordların serfler üzerindeki gücünü kırarak her ikisini de kendine bağladı. Lordların elindeki silahlı güçleri dağıtarak merkezi bir ordu kurdu. Kurduğu orduyu doyurabilmek içinde vergi toplayabilecek bir maliye teşkilatına ihtiyacı vardı. Dolayısıyla modern bürokrasinin temelleri bu alanlarda atıldı. Mutlakiyetçi idareler güçlü bir orduya ve maliye teşkilatına sahiptiler. 17.yüzyılda yaşanılan askeri devrim modern orduların temellerini attı. Fransız Devrimi tüm yurttaşlar için askerlik yapmayı bir zorunluluk haline getirdi. Modern devleti kendinden öncekilerden ayıran ne işlevi ne de amaçlarıydı. Weber’e göre en büyük fark ‘şiddet tekeline’ sahip olmasıydı. Modern devlet egemenliğini ilan ettiği teritoryalite üzerinde kendisi dışında bir gücün şiddet kullanmasına müsaade edemezdi. Kamu gücünü kullanma otoritesine yalnızca devlet sahipti.
Şiddet tekeline sahip olmak modern devleti öncekilerden farklılaştırır. Orta ve yeniçağdaki tüm sözleşme kuramcıları şiddet devrine ilişkin değişik açıklamalar getirmiştir. Hobbes güvenliği gerekçe göstermiş, liberal Locke ise özel mülkiyetin korunması pahasına sivil toplumun elindeki gücü devlete devrettiğini savunmuştu. Siyasi ve iktisadi alanların birbirinden ayrılması ve sivil toplumdaki şiddet kullanma hakkının devri modern devleti toplumdan özerkleştirdi. Sanki modern devlet toplumsal güç ilişkilerinin dışında, onlardan bağımsız bir görünüme sahipti. Hâlbuki tüm bu süreç kapitalizmin giderek gelişmesi, kökleşmesi ile at başı ilerlemişti. İlk defa burjuvazi toplumsal güç ilişkilerine sahip olmasına rağmen doğrudan devlet aygıtını çekip çevirme işini başkalarına devretti. Ne Yunan demokrasisinin yurttaşları ne Roma’nın senatörleri ne de feodalitenin lordları siyasal güç kullanmayı başkalarına devretmişti. Asıl toplumsal güce sahip sınıf olarak burjuvazinin bundan kaçınmış olması devletin göreli özerkliği duygusunu yurttaşlar nezdinde daha inandırıcı kılıyordu.
Modern devlet soyut yasalarla kendini bağlamış, sahip olduğu kuvveti birbirini denetleyecek şekilde organlarına devretmiş, rasyonel bir akılla yönetilen devletti. Yasalara bağlılık tek başına modern olması için yeterli değildi. Öngörülebilirlik, istikrar, soyutluk, keyfiyetten uzaklık olmadan yasaların hükümranlığının bir anlamı yoktu. Kapitalizmin sorunsuz işleyebilmesi için modern devletin özerk olması ve kendini hukuk devleti olarak kurması gerekliydi. Bu özellikleri aynı zamanda meşruiyet kaynaklarıydı. Modern devletin meşruluğu bu sayede üretilmiş oluyordu. Premodern devletin kurucu unsuru olan adil olmak ve insanları erdemli kılmak artık modern devletin asli özellikleri değildi. Modern devlet kendini etikle bağlı saymıyor ve sınırlamıyordu. Meşruluk ölçüleri değişmişti. Yine de bu devlet burjuvazinin ihtiyaçlarına en uygun devlet biçimiydi. Burjuvazinin en sorunsuz yöneteceği biçim keşfedilmişti.
Ama devlet yine de burjuvazinin basit bir aracı değildi. Son tahlilde onun mührünü taşımakla birlikte bir yoğunlaşma, düğümlenme noktasıydı. Poulantzas devleti, farklı sınıf ve sınıf fraksiyonları arasındaki ‘güç ilişkilerinin maddi yoğunlaşması’ olarak tanımlamıştı. Devlet iktidar ağlarının bağlandığı bir yer olduğu gibi farklı çıkar ve çelişkilerin birbiriyle kesiştiği stratejik bir alan ve süreçti de. Devlete tek bir sınıfın hükmetmesi ve her dediğini yaptırabilmesi mümkün değildi. Hegel’de olduğu gibi aklın bir ürünü ve formülasyonu da değildi. Çıkarların, çelişkilerin karşılaştığı, birbirine üstünlük kurmaya çalıştığı bir kavşak noktasıydı. Ama elbette toplumsal süreçlere hâkim olan burjuvazinin sözünü dinletmek konusundaki kapasitesi diğer tüm sınıflardan daha fazlaydı. Hukuk devleti olmak bu devletin yapısal bir özelliği değildi. Aldığı en uygun kalıp, biçimdi. Neye dönüşeceği sınıf mücadelelerine bağlıydı.