Eğer burjuva hukukunun gelişimi açısından 19.yüzyılı kendimize kerteriz almamız gerekse idi tereddütsüz karşımıza iki isim çıkardı: ilki Georg Wilhelm Friedrich Hegel diğeri Friedrich Karl von Savigny’dir. İki isimde Alman olup Fransız Devrimi karşısındaki iki farklı yaklaşımı temsil eder.
Hegel temel yapıtı Tinin Fenomenolojisinin son satırlarını Napolyon orduları Jena’yı kuşattığında, top sesleri kulağına gelirken yazmıştı. Fenomenoloji devrimin ilhamıyla yazılmış bir eserdi. Tinin tarihte yaptığı yolculuğu anlatan düşünür, nihai ereğin özgürlük olduğunu söylüyordu. Avrupa gericiliği Napolyon ordularının ayakları altında can çekişiyordu. İmdada Rusya’nın kara kışı yetişecekti. Ama yine de yaşlı kıtaya devrimin eli değmişti bir kez.
Devrim feodalitenin tanıdığı doğuştan ayrıcalıkların karşısına doğal haklar ile dikilmişti. Her insan sırf insan olmaktan kaynaklı devredilemez haklara sahipti. Ne gelenek ne görenek ne de her ulusa ilişkin örf ve adetler bu hakları ortadan kaldıramazdı. Doğal hakların temelinde insan olmak ile evrensel olan akıldan herkesin payını alması vardı. Hakkı sınırlayan tek ölçü mülkiyet sahibi olup olmamaktı.
Kant’a göre otonom, özerk biri olmak için başkasına bağımlı olmamak gerekliydi. Bir başkasının boyunduruğu altında olan birinin özerk davranabilme şansı yoktu. Bu ise ancak üretim araçlarına sahiplikle mümkündü. Toprak sahibi köylüler ile ürettikleri üzerinde tasarruf hakkına sahip zanaatçılar Kantçı otonomiye dâhildiler. Kant’ın yaşadığı 18.yüzyılda burjuva ilişkiler daha henüz 19.yüzyıldaki kadar toplumsal yaşama hâkim olmamıştı.
Kant’ın kısmen fark ettiklerini Hegel apaçık görebilecek durumdaydı. Öğretim üyeliği yaptığı Jena devrim ordularını bağrına basmıştı. Devrim batı ve güney Almanya’da, kısmen de orta Almanya’da kendine destekçiler ve müttefikler bulmayı başarmıştı. Buralarda tutunmasının nedeni burjuva ilişkilerin Almanya’nın diğer yerlerine göre daha gelişmiş olmasıydı.
Olgun Hegel Berlin’e taşınıp Prusya devletinin resmi filozofu olmaya soyunsa da tüzesinde her zaman usçuluğa bağlı kaldı. Fenomenoloji’de anlattığı Tinin özgürlük serüveni Prusya devletinde nihai yürüyüşünü tamamlamıştı. Kralın ve bürokrasisinin mührünü taşıyan bu devlet yine de evrensel olanı temsil ediyordu.
Hegel’e göre toplumsal varoluşun üç kertesi vardı. Özel alan bireylerin mahremiyetini simgeliyordu. Bunun temel birimi aileydi. Devlet ile özel alan arasındaki kerteye sivil toplum deniliyordu. Sivil toplum bencil çıkarların karlı karşıya geldiği yerdi. Burada her birey çıkarlarını azamileştirmek için bir savaş yürütüyordu. Özel alanın bakirliği, romantizmi karşısında sivil toplum çatışmanın, kargaşanın hâkim olduğu bir yerdi. Tam anlamıyla kendi kavramları ile ifade edecek olursak özel alanın tekilliği karşısında sivil toplum tikelliğin hâkimiyetindeydi. Hegel’de her şey ancak evrenselde çözüme bağlanabilirdi. Demek ki tekillik ve tikelliklerin aşılacağı bir uğrak zorunluydu. Hukuk Felsefesi’nde Hegel evrenselin gerçekleşeceği yer olarak devleti görür. Devletle özdeşleşmiş ve krala sadakatle yükümlü bürokrasi evrensele aracılık eden tabakadır.
Hegel’in hukuka yaklaşımı aklı ölçü alıyordu. Doğal hukukun kazanımlarını veri kabul ediyor ve bunu usçulukla tamamlıyordu. Örnek aldığı 1804 tarihli Fransız Medeni Kanunu geçmişten köklü bir kopuşu gerçekleştirmiş, görenek hukukuna hiç prim vermemişti. Code Napolyon kişiyle kişi arasındaki ilişkileri değil kişiyle şeyler arasındaki ilişkileri düzenliyordu. Kapitalizmle birlikte artık hâkim olan ilişki biçimi kişi ile şeyler arasındaki ilişkiydi. Marx, Kapital’in ‘Meta Fetişizmi’ başlıklı bölümünde kapitalizmin hâkim olduğu toplumlarda insanlar arasındaki ilişkilerin yerini şeyler arasındaki ilişkiye terk ettiğini söyleyecekti. Şeyden kasıt eşya, nesne soyut emeğin ürünü metaydı. Özgür emeğin kendisi de işgücü piyasasında alıcısını bekleyen metadan başka bir şey değildi. İşçinin özgürlüğü sadece emek gücünü satıp satmama özgürlüğünden ibaretti. Üretim araçlarından yoksun kaldığında satmama gibi bir lükse de sahip değildi. Hegel sivil toplumun tikel çıkarlara gömülü olduğunu söylediği anda analizinden bunları çıkartmak mümkün hale gelmişti.
Devrim Almanya’da muhafazakâr reaksiyonları da ortaya çıkardı. Kant devrimin ilham kaynakları arasında Rousseau ile birlikte ilk sırada yer alıyordu. Ancak Kant’ın evrenselliği karşısında tepkilerde ortaya çıkmıştı. Felsefi düzeyde tartışma evrensel ile kısmilik arasında yaşanıyordu. Kantçı kozmopolitizme Herder gibi tarihçiler kısmilikle itiraz ediyordu. Tarih evrenselliğin değil kısmiliğin alanıydı. Kısmilik ise başkalık, kendine özgülük ve fark demekti. Almanların tarihi evrenselin içinde değil, ancak başkalığı ile anlaşılabilirdi. Bu görüşler ileri de Alman tarih okulu denilen ekole ilham kaynağı olacaktı. Bu görüşler ayrıca devrim karşıtı romantik gericiliği de besleyecekti. Lukacs’a göre Alman us dışılığının kökenleri buralarda yatıyordu.
Savigny Alman Tarihselci Hukuk Okulu’nun en önemli temsilcisidir. Bu okula göre hukukun temelinde us değil görenekler, gelenekler vardır. Hukukun kaynağı soyut aklın usa vurmaları değil yaşayan tarihtir. Tarihte her milletin kendisine mahsustur ve evrensel bir tarihten söz edilemez. Savigny ve yandaşları için hukuk kişi ile şeyler arasındaki ilişkileri değil kişiler arasındaki münasebetleri düzenler. Usçular için mülkiyetin dayanağı şeye zilyet yani malik olmaktı. Sahip olunan şey özel mülkiyet kategorisine dâhil ediliyordu.
Savigny bir görenek hukukçusu olarak mülkiyete hem hukuk hem de bir olgu gibi yaklaşıyordu. Savigny’de temsilcisini bulan görüşe göre özel mülkiyet hakkı görenek hukuku ile sınırlanmıştı. Feodaliteye atfedeceğimiz bu görüşe göre özel mülkiyet üzerinde önce Tanrı’nın daha sonra sırasıyla monarkın ve vasalı olan lordun hakları vardı. Serf statüsündeki köylünün hakkı ancak onlardan sonra gelirdi. Kapitalizmin hâkim olması ile birlikte özel mülkiyetin önündeki engeller temizlendi, ancak soyluluk kalıntıları devam ettiği müddetçe görenek hukuku da yaşamaya devam etti.
Balzac Köylüler’de Paris yakınlarındaki bir orman köyünün devrim öncesi ve sonrasındaki durumunu anlatır. Devrimden önce köyün yakınındaki orman bir soyluya aittir ve köylüler kışlık odun ihtiyaçlarını buradan karşılar. Paris’te yaşayan ve kâhyaları aracılığıyla işlerini idare eden soylu köylülerin yakacak ihtiyaçlarını karşılamak için ormana girmelerine itiraz etmez. Çünkü köylülerin de görenek hukukuna göre ormanda bir payı demek zilyetliği vardır. Devrimle birlikte sahiplik el değiştirir ve ormanın yeni sahibi artık devrim taraftarı bir burjuvadır. Yeni sahibi ormana tam bir işletme, fabrika gibi yaklaşır ve köylülerin yakacak odun toplamasına artık izin vermez. Çünkü devrim özel mülkiyet üzerindeki tüm eski sahiplik biçimlerine son vermiştir. Yakacak odunları ellerinden alınan yoksul köylüler eski kâhyaların tahriki ile bir fesat örgütleyerek köyde isyan çıkartırlar. Balzac’ın Köylüler romanı eski rejim ile yeni mülkiyet düzeni arasındaki çatışmayı konu edinir.
Savigny ile Hegel arasındaki fark Balzac’ın romanındaki gibidir. Savigny bir eski rejim yanlısı olarak devrim öncesinin sınıfsal ilişkilerinin bir restorasyonunu arzularken Hegel us yoluyla burjuva özel mülkiyetin önündeki ayak bağlarını yok etmeyi hedefler.