Milyonlarca insan dün gece televizyon ekranlarına kilitlenmişti. Yeraltı örgütü liderinin yaptığı açıklamaların altında bunalan devletin İçişleri Bakanı iddialara yanıt verecekti. Beklenti, herkesin kafasını kurcalayan iddialara makul ve mantıklı cevaplar verileceği yönündeydi. Hâlbuki makulün ve düz mantığın olmadığı bir dünyaya adım atalı o kadar çok olmuştu ki… Devir popülist, demagog ve gerçeği açıkça çarpıtan siyasetçilerin, medya yıldızlarının devriydi. Bu nedenlerle aklı başında insanlar yaşadığımız döneme post-truth çağı adını vermişlerdi; yani hakikat sonrası. Baudrillard adında bir Fransız filozofu 1.Körfez Savaşı sırasında hakikatte savaşın yaşanmadığını, bizlerin televizyonlar sayesinde savaşın sadece simülasyonunu izlediğimizi söylemişti. Füzeler binaları yok ederken, o binaların içinde birileri ölürken, bizler sanki bilgisayar karşısında savaş oyunları oynuyorduk. Hakikatle bağımız kesilirken ve her şey ekrandan sayılar, görüntüler olarak akarken yaşadığımız, deneyimlediğimiz simularklardı.
Bu tartışmalar postmodernizm kavramı üzerinden cereyan ediyordu. Yaşadığımız dönem postmodern olarak değerlendiriliyor ve artık modernliğin tüm vaatlerini yitirdiği bir momentte bulunduğumuz söyleniyordu. Modernliğin gerçekleşmeyen vaatleri ise eşitlik, kardeşlik ve özgürlüktü. Post-truth tanımlaması da popülist liderliklerin yükselişiyle birlikte gündeme geldi. Popülist veya faşizan liderlikler toplumları sürekli dost/düşman ikileminde tutuyorlardı. ‘ Dostlar ‘ popülist liderliklerin demagojilerini, çarpıtmalarını, yalanlarını sorgulamazken, ‘ düşmanlar ‘ ikna olmayanlar, oyunbozanlar, hakikatle bağını yitirmeyenlerdi. Trump, Borsalino, Duvarte, Orban bu tarzın en bilindik örnekleri. Çoğulcu medya düzeninin yokluğu, bağımsız gazeteciliğin can çekişiyor olması bu tip liderliklere uygun bir vasat sağlıyor.
Yukarıdaki değerlendirmeleri ölçü aldığımızda Türkiye sanki hep postmodern bir durumda ve post-truth çağında yaşamış gibi geliyor. Çünkü bu topraklarda siyasetçi denilen kategori akla hemen şu özellikleri getiriyor; yalanı iyi kıvıran, meseleleri çarpıtmayı beceren, uzun konuşup hiçbir şey söylemeyen, lafa şehvet derecesinde düşkün kimse. Tabii bu tip siyasetçinin model kabul edilebilmesi için ona elverişli bir iklimin de olması gerekir. Klientalist ilişki tarzı ve ‘’ milli beka sorunsalı ‘’ bu iklimin sağlanması için tam da biçilmiş kaftandır.
Türkiye’de muhalefette olanlar millet adına demokrasi isterken iktidara gelince de her taraftan düşmanla çevrili olduğumuzu, Batı tipi bir demokrasi ile memleketi yönetmenin imkânsızlığını anlatırlar. Batı tipi demokrasi Türkiye’yi daha kırılgan yaparken bundan da en fazla düşmanlar, ama özellikle iç düşmanlar yararlanacaktır. Demokrasiye iktidara gelmeden önce methiyeler dizenlerin işler ters gitmeye başladığında ilk gözden çıkardıkları da yine demokrasi olur. En samimi olanı açısından dahi demokrasi bir vasıtadır, enstrümandır. Demokrasiyi gözden çıkarmanın en etkili yolu da “ milli beka sorunsalına “ abanmaktan geçer. Her zaman düşmanlarımız vardır, onlara karşı sürekli teyakkuzda olmamız gerekmektedir. Bu sorunsal devleti hukukla sınırlamadan yönetmenin bahanesini verir siyasetçiye. Devleti hukukla sınırlayarak, yargıyı bağımsız kılarak yönetmek zordur. Hangi siyasetçinin ağzından bu bahaneleri işitmedik ki… Susurluk sırasında zamanın Cumhurbaşkanı Demirel ‘’ devletin ara sıra rutinin dışına çıkabileceğini ‘’ ifade etmişti. Bu devletin hukukla elini kolunu bağlamasının imkânsızlığının itirafıydı. Susurluk raporunu hazırlayan Kutlu Aktaş’ta ‘’ devletin kendi vatandaşlarına karşı cinayet işleyebileceğini, ancak bunu hiyerarşi içinde yapması gerektiğini ‘’ söylemişti. Devlet kendini çetelerden arındırırken dahi onlara kapıları sonuna kadar kapatmıyordu. Bu işleri ancak kurumsal hiyerarşi içerisinde ve merkez kaç güç oluşturmadan yapabilirsiniz diyordu. Ama hukuk dışına çıkma alışkanlığı bir kez başlarsa o gücün kontrolden çıkabileceği ihtimalini hesaba katmıyordu anlı şanlı ‘’ devlet aklı ‘’.
Türkiye’nin sorunlarının çözülmesini istemeyen çok güçlü lobiler var. Çünkü sorunlar çözüldüğünde ‘’ milli beka sorunsalının ‘’ alıcısı kalmayacak. Toplumu bu sorunsala inandırarak sağladıkları avantajlardan yoksun kalacaklar. Bazı partiler gereksizleşecek, pek çok siyasetçi işsiz kalacak. Toplum rüştünü ispatlayıp korkularından, travmalarından kurtulacak. Hem geçmişi hem de geleceği ile barışacak.
İşte Süleyman Soylu gibi sağ siyasetin bütün pragmatizmini tevarüs etmiş bir siyasetçi toplumu tavlamanın en iyi yolunun ‘’ milli beka sorunsalına ‘’ yüklenmekten geçtiğini bildiği için konuşmasının başlangıcında uzun uzun bunları anlattı. Karşısındaki gazeteci milletinden hiç biri de bu sahte, samimiyetsiz diskurun maskesini indirmeye cesaret edemediğinden Soylu topu kendi ayağında istediği kadar dolaştırdı. Eğer bu sorunsala, paradigmaya inanırsanız Soylu gibilere karşı daima kaybedersiniz. Vasat hayatlara mahkûmiyetimizin, zilleti sürekli yaşamamızın sebebi hikmeti o paradigmanın dışına çıkamamaktan kaynaklanıyor. O imtiyazı bizi yönetenlere bir kez tanıdığımızda hukuksuzluğun da kapılarını kendi ellerimizle sonuna kadar açmış oluyoruz.
Korkutmak, tehdit etmek, hizaya çekmek söylemleri dışında siyaset başka hangi varoluş imkânlarını sunuyor bizlere. Süleyman Soylu’yu o akşam tartışmada görece üstün kılan şey yüzleşemediğimiz bu bilginin kendisiydi. Eli sopalı bir öğretmen, kızgın bir baba edasıyla toplum olarak kendi başımıza bırakılamayacağımızı, Türkiye’nin bir operasyonla karşı karşıya bulunduğunu, bu nedenlerle hedef seçildiğini, işin Erdoğan’a kadar gideceğini söyleyerek tiyatroya son verilmesini istedi. Memleketteki beka söylemi şampiyonluğunu kimseye kaptırmayacak olan Bahçeli’de uzun hesaplardan sonra repliği tekrar aldı ve Soylu’ya güçlü biçimde sahip çıktı.
Şu soruları sorma cesaretini gösterecek miyiz, beka dediğiniz özel imtiyazlarınızdır, hukuku rafa kaldırmanızdır, devleti mafyalaştırmanızdır, kirli düzeninizdir, insan gibi bir hayatı elimizden almanızdır. Beka işte bunlar için katlandıklarımızdır, değersizleşen hayatlarımızdır, başka türlü varoluş imkânlarımızın çalınmasıdır.