Bu yazı bir yükümlülükten dolayı yazılıyor. Bu yükümlülük ise gerçeğe sadakatten kaynaklanıyor. Mersin saldırısı gerçekleştiğinde sosyal medyada iki paylaşım yaptık. İlkinde ' Mersin'deki saldırıyı lanetliyorum. Memleket tarihi bir seçime giderken zamanlaması dahil her şeyinin kuşkulu olduğunu da unutmayalım ' demiştik. İkincisinde ise ' aynı filmin tekrarına aptallar, aklını kiraya verenler ve kandırılmaya elverişli olanlar inanır ' dedik. Bu paylaşımlarda esaslı bir sorun olduğu kanaatinde değiliz. Gelişmeler kuşkularımızı önemli ölçüde haklı çıkardı. Ancak bu yazıda değinemediğimiz yönlerine dair bir izah yapmaya çalışacağız.
Mersin saldırısı akla hemen 2015 Haziran seçimleri ile Kasım ayları arasında yaşanılanları getirdi. İstikşafi görüşmelerden bir sonuç çıkmayıp, hükümet kurulamayınca yeniden seçimlere gidilmesi kararı alınmış ve Kasım ayında seçimlerin yapılmasına karar verilmişti. Haziran ile Kasım arasında Türkiye bir yangın yerine dönmüştü. Viranşehir'de iki polis memurunun kuşkulu ölümü ile başlayan süreç Ankara Gar katliamı, Suruç katliamı gibi yüzlerce insanın öldüğü provokatif eylemlerle devam etmiş ve iktidar partisi aşağı inen oylarını ülkedeki kaotik sürecin etkisi altında güvenlikçi dile ve politikalara abanarak tekrar yükseltmeyi başarmıştı. Bizzat yetkililerin ağzından çıkan demeçler ve katliamların üzerine tam anlamıyla gidilememesi olayların bir yerlerden planlandığı kuşkularını doğurmuştu. Beş ay gibi kısa bir sürede yaşanılan gelişmelerinde etkisiyle AKP kendisinden uzaklaşan seçmenin rızasını yeniden almayı başarmış ve oylarını yaklaşık % 9 oranında artırmıştı. Viranşehir olayı önce PKK tarafından sahiplenilmiş ise de tutuklananların neredeyse tamamı yapılan yargılama sonucunda serbest kalmıştı.
Bu nedenlerle Türkiye'deki eylemlerine uzun bir süredir ara veren PKK'nin Mersin saldırısını üstlenebileceği akıllara uzak bir ihtimal olarak geliyordu. En son hendek savaşları ile pek de akıllıca taktikler izlemediği anlaşılan örgüt, faaliyetlerini Türkiye sahasından çekmişti. Türkiye içinde eylem ve etkinliklere pek rastlanmıyordu. Bu tercihi kendine yontan İçişleri Bakanı durumu kendi açısından bir başarı gibi pazarlıyordu. Örgütün başarısız hendek harbi Kürt kitlesinin mobilizasyon yeteneğini önemli ölçüde azaltmıştı. Kürt kitlesi açık alanda siyaseti geliştirmek istiyor ve umudunu sandığa bağlıyordu. HDP'nin %10 baraj sorununu aşmış olması, meclisin üçüncü büyük partisi haline gelmiş bulunması ve Erdoğan'a yönelik öfke bir araya geldiğinde, Kürtler açısından beklentiler değişmiş ve seçimler aracılığıyla Türkiye'nin üzerine çöken kabusu artık herkesle beraber kaldırmayı temel öncelik haline getirmişti. Bunun içinde şiddetsiz bir siyaset alanına ihtiyaç vardı.
Şiddetin olduğu bir siyasal vasat demokrasi güçlerinin, muhalif kesimlerin işlerini zorlaştırıyordu. Şiddetin her türü son tahlilde devletin güvenlikçi politikalarını haklı çıkarmaya imkan sağlıyordu. Devletler halkın haklı öfkesine dayanmayan şiddet pratiklerini yönetme ve bundan karlı çıkma konusunda muazzam deneyimler kazanmışlardı. Zorun tarihin ebesi olduğu soyutlama düzeyinde doğruydu. Tarihin ilerlemesi ve toplumsal değişimler zora baş vurulmadan gerçekleşmeyecekti. Ama zorla terör arasındaki mesafe de çok uzak değildi. Terör ise halkın yılgınlığa, çaresizliğe itilmesi demekti. Sözcüğün etimolojisinde zaten bu anlamlar vardı.
Halk için şiddete baş vurulduğu iddia edilen pek çok hadise bir bumerang gibi karşıtına hizmet ediyordu. Aradaki sınırlar çok inceydi. Şiddet meselesine şimdilik bu kadarıyla değinip geçelim.
Örgüt de bu değişimden gerekli dersleri çıkartmış gibi gözüküyordu. Demirtaş işte bu dönemde Kürt kitleleri için söylemine, çağrılarına kulak verilen yeni bir odak olarak ortaya çıktı. Demirtaş'ın haksız ve hukuksuz bir biçimde tutuklandığı konusunda kamuoyunda güçlü bir kanaat oluşmuştu. Cezaevindeki kararlı duruşu Kürtlerde ve demokrasi güçlerinde büyük bir takdir topladı. Uzun yıllar cezaevinde olmasına karşılık Demirtaş ne aman diliyor ne de egemenler karşısında diz çöküyordu. Ülkenin top yekun bu karanlık süreçten çıkabilmesi için sürekli öneriler sunuyordu. Demirtaş'ın meşruiyet alanı her geçen gün genişlerken HDP'de izlediği akılcı politikalarla haksız saldırılar karşısında kendini savunabiliyordu.
Bu sürece daha gelinmeden Türkiye'nin seçimlere rahat gitmeyeceği konusunda bazı çevrelerde bir tedirginlik ve haklı bir telaş vardı. İktidarı kaybettiği taktirde büyük kaybedeceği açık olan bir iktidarın bırakmamak için değişik yol ve yöntemlere baş vurabileceği konusunda ciddi endişeler bulunuyordu. Seçimler ertelenebilir, olağanüstü hal ilan edilerek seçimlere olağan üstü şartlarda gidilebilirdi. Dışarıya karşı bir savaş ihtimali de güçlü bir seçenek olarak duruyordu. Suriye yönelik bir harekatın bütün senaryoları hazırlanmıştı. Ancak hem ABD hem de Astana ortakları Erdoğan’a bu konuda vize vermediler. Suriye ile ilgili gündem yerini Yunanistan ile tansiyonu yüksek tartışmalara bıraktı. Yunanistan'ın fırsatçı politikaları Erdoğan'a tansiyonu istediği gibi yükseltip, ayarlayabileceği bir manevra alanı veriyordu. O kadar rahat ifadeler kullanılıyordu ki ' bir gece ansızın gelineceği ' söyleniyordu. Yunanistan ile gerginliğin yükselmesi akla hemen Kardak krizini getiriyordu. Çiller'in savaşçı politikaları üzerinde keçilerin otladığı kayalıklar için Türkiye ile Yunanistan'ı bir savaşın eşiğine getirmişti. Milliyetçi hezeyana yüklenen iktidarlar ülkelerini istemeden de olsa savaşın içine atabiliyordu. Arjantin'deki askeri diktatörlük meşruiyet üretmek için İngilizlerle Falkland adaları için savaşa girmiş ve rezil rüsva olmuştu. Savaş diktatörlüğün sonunu getirmişti. Yine 1967'de Yunanistan'da darbe yapan albaylar cuntasının sonunu 1974 Kıbrıs savaşı getirmişti. Bu tür savaş seçenekleri çoğu kez hesaplara uymuyor ve dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan yani iktidardan olunuyordu.
İşte bu şartlarda gidilecek bir seçimde sandık güvenliğini sağlamak, adil ve tarafsız bir seçimi gerçekleştirebilmek neredeyse imkansız olacaktı. Şiddetin ve savaşın etkisi altına girmiş bir siyasal konjonktürde muhalefetin işleri gerçekten de zorlaşacaktı. Mevcut iktidarın karakteri ve sicili bu tür okumalara haklılık zemini kazandırıyordu. Çoğunluğun aklına hemen 2015 Haziran'ı ile Kasım'ı arasında yaşanılanların gelmesi de gayet doğaldı. Devam edeceğiz...