Napolyon bir yandan yayılmacı bir savaş sürdürüyor diğer yandan ise devrimin kazanımlarını ister istemez beraberinde götürüyordu. Napolyon için Habsburglar başında olduğu Avusturya- Macaristan İmparatorluğu ile Rus Çarlığı ilericiliğin önündeki en güçlü yığınaktı. Daha, bir Avrupa gücü olarak ortaya çıkmamış olan Prusya’nın çok fazla bir ehemmiyeti yoktu. Napolyon orduları ile Moskova önlerine kadar gitti gitmesine, ama Rusya’nın meşhur soğuğu Napolyon ordularını da felç etti. Bir bozgun halinde geri çekilmek zorunda kaldılar ve Çarlık ordusu beraberine aldığı Avrupa’nın tüm gerici güçleri ile Napolyon’u Paris’e kadar kovaladı. Bir devrimin içinden geçmiş olmanın meziyetlerine sahip olan Paris halkı şehri gericiliğe teslim etmedi. Paris teslim olmadı, ama Avrupa’ya da gericilik hâkim oldu. Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun Başbakanı ve Avrupa’daki karşı-devrimin akıl danesi Metternich’in öncülüğünde Avrupa’nın fiziki ve siyasi haritası yeniden çizildi. Bu gerici koalisyon içinde Ruslara, devrim ordularını ezmenin payesi verilmişti. Avrupa’nın kalpleri devrim için çarpan tüm ilericileri nazarında Rus ülkesi gericiliğin kalesi olarak ünlendi. Bundan sonra Avrupa’daki her ilerici atılımın karşısına Ruslar çıkacaktı.
Gerici koalisyonun kurulmasından yaklaşık otuz yıl sonra devrim zembereği tekrar çalmaya başladı. Başta Lehler ve Slavik halklar olmak üzere ezilen halklar ayağa kalktılar. Büyük tarihçi Hobsbawm’ın dediği daha milliyetçiliğin ilerici evresi yaşanıyordu. Ayaklanmalara burjuvalar destek vermekle birlikte fiili önderliği küçük burjuva aydınlar ellerinde tutuyorlardı. Ayaklanma bölgesi Avrupa gericiliğinin kaleleri olarak bilinen coğrafyalardı. Lehler ile Macarlar ayaklanmalarda başı çekiyorlardı. Avrupa’nın geri kalanında kısaca her yerde kıtayı baştan aşağı kaplayan bir isyan dalgası vardı. Alman prenslikleri özgürleşmek istiyor, Paris işçileri burjuva biçimi aşan taleplerde bulunuyor ve Paris’i kontrolleri altına alıyor, İtalya’da ise Garibaldi’nin başını çektiği ulusal-demokratik hareket Habsburg ve İspanyol egemenliğine karşı ayağa kalkıyor ve ulusal birlik istiyordu.
Ayaklanmaların doğrudan içinde yer alan Marx ve Engels devrim geriye çekildikten sonra bazı sonuçlara ulaştılar. Ulaştıkları ilk sonuç Rusya’nın Avrupa gericiliğinin kalesi olduğuydu. Tıpkı Napolyon orduları karşısında olduğu gibi Çarlık 1848 ayaklanmaları sırasında da düzenin imdadına yetişmişti. Lehlerin ayaklanmasının üzerine yürümüş ve ayaklanmacı aydınlar soluğu Paris’te almıştı. Slavik halkların ayaklanmaları da yine bu gerici güç tarafından bastırılmıştı. Rusya’nın Avrupa’daki statükonun en büyük payandası olduğu bir kez daha anlaşılmıştı. Ama Marx ile Engels lehlerin ayaklanmasına destek vermekle birlikte Slavik halkların ayaklanmasına bu halkları ‘tarihsiz halklar’ olarak gördükleri için desteklememişlerdi. Bu kavramı Hegel’den ödünç almışlar ve olduğu gibi benimsemişlerdi. ‘Tarihsiz halklar’, tarih yapmak kabiliyetinden yoksun halklardı. Kendileri tarih yapamaz, ancak başkalarının yaptığı tarihe uysalca katlanırlardı. İkili Hegel’in idealist evrensel tarih anlayışından henüz kurtulamamıştı. Hegel’in büyük mantığı evrensel bir tarih kurgusuna sahipti. Ve tarih lineer bir gelişme çizgisine sahipti.
Bu tarih anlayışı Marx’ın 1850’lerde New York Daily Tribune’deki yazılarına da sinecekti. Özellikle Hindistan meselesinde Marx İngiliz sömürgeciliğine nerdeyse hayırhah bakıyordu. Hint kast sistemini, ancak kapitalizmin şiddeti sarsabilir ve yerinden edebilirdi. Kast sistemi içinde tarih durmuştu ve Hint halkı koyu bir durgunluğun içine itilmişti. Kıvılcımlı’nın barbarlara yüklediği misyonu Marx kapitalizme biçiyordu. Herkesin yerinin sabit olduğu ve yukarı doğru tırmanabilmenin imkânlarının bulunmadığı Hint kast sistemini, ancak kapitalizm çözebilirdi. Bu çözülüşün maliyeti çok ağır olacaktı. Bir insanlık dramı ve tragedyası ortaya çıkaracaktı. İnsani bedelleri çok yüksekti. Ama bu ilerlemenin getireceği kazanımlar karşısında bu maliyete katlanmak gerekliydi. Said gibi çok fazla Marx bilmeyen adamlar bu yazılardan kalkarak Marx’ı Avrupa yayılmacılığının keşif kolu olan şarkiyatçılarla aynı kefeye koyacaktı. Ama Marx fikirlerini sürekli geliştiren ve yenileyen bir adamdı. Tıpkı Kant ve Hegel’de olduğu gibi düşüncelerine egemen fikirler sızmış olabilirdi. Ama Marx’ın bu iki büyük filozoftan farkı onun asla burjuvazinin adamı olmamasıydı. O devrimci burjuvazinin yarattığı üretim tarzına başka bir sınıf adına düşman olan bir adamdı. Bilimsel bakışa sahipti, her şeyi kılı kırk yararak inceliyordu, ancak Sartre’ın dediği tam bir angaje yani bir sınıfa kendini adamış, bir fikir ve eylem adamıydı.
Marx, Hegel’in idealist tarih anlayışından yeni bir kıta, Althusser dediği gibi ‘ tarih kıtasını’ keşfederek kopmuştu. Alman İdeolojisi bu kopuşun belgesi sayılır. Fikirler ve kavramların artık Hegel’de olduğu gibi kendinde bir tarihi yoktur. Hegel için tarih fikir ve kavramın tarihiydi. Kavram ise tarih içinde, ancak kendi iç hareketi ile yolculuk ediyordu. Bu yolculuk diyalektik sayesinde mümkün oluyordu. Ama somut tarihin buna pek bir etkisi yoktu. Marx işte yeni bir kıta keşfetmek suretiyle kavramın tarihinin somut tarihten başka bir şey olmadığını ispatladı. Ve son tahlilde kavram, tarihsel ve toplumsal olarak belirleniyordu. Diyalektik hareket ise tarihin hareketinden başka bir şey değildi. Alman İdeolojisi yine Hegel etkisiyle evrensel bir tarih kurgusuna sahipti. Yeni bir bilimin, tarih biliminin temellerini attığı için en yüksek soyutlama düzeyinde iş görüyordu ve incelediği tarih de esas olarak Avrupa’nın kapitalizme geçmiş olan coğrafyalarının tarihiydi. Onları asıl ilgilendiren şey kapitalizme geçişin koşulları, nedenleri ve ortaya çıkardığı sonuçlardı. Daha teşekküllü bir tarih için kendilerini hem hazır hem de yeterli görmüyorlardı.
Ama Marx büyük bir kâşif olarak sabırlı biriydi. British Museum’daki zamanını sadece İngiliz parlamentosunun yayınladığı fabrika raporlarını okuyarak geçirmiyordu. Kapital’e hazırlık notları olarak bilinen Grundrisse’de toprak rantı ile de ilgilenmiş ve toprağa bağlı üretimin tarih boyunca geçirdiği evrelere de çalışmıştı. Marx bu çalışmaları sırasında toprakta özel mülkiyetin tarihte çok sınırlı bir yer tuttuğunu ve özellikle Asyatik tarzın egemen olduğu yerlerde toprağın ya devlete ya da toplulukların ortak mülkiyetine ait olduğunu keşfetmişti. Doğuda devlete kudretini veren şeyde toprağı mülkiyetine almış olması ve tarım için gerekli olan başta sulama kanalları gibi büyük alt yapı projelerini bizzat üstlenmesiydi. Kapitalizme geçişin olduğu Batı Avrupa’da kapitalizm öncesinde de toprak mülkiyeti özelleşmişti. Topraktaki hâkim mülkiyet biçimi özel mülkiyetti. Kapitalizme doğru geçilirken mülkiyetin biçimi değişmemişti. Özel mülk sahipliği bir üretim tarzından diğerine biçimini değiştirmeden geçiş yapmıştı. İçerik olarak değişen şey köylülerin mülksüzleştirilmesi ve sahipliğin el değiştirmesiydi. Ama ya başka yerlerde örneğin Rusya’daki durum neydi?
Batı’da toprakta özel mülkiyet hâkim iken Rusya’da özel mülkiyet çok sınırlı bir yer kaplıyordu. Toprağa rengini veren şey Mir’di. Köylü komünü diyebileceğimiz Mir Rus köylüsünü ortak mülkiyet altında bir arada tutuyordu. Kuşkusuz özel mülkler ve soylulara ait çok geniş topraklarda vardı, ama köylülüğe rengini çalan şey onların mir denilen ortak mülkiyet altında kolektif bir yaşayışa sahip olmalarıydı. Marx’ın batı Avrupa için anlattıkları evrensel tarihin kendisi değildi. Evrensel tarih içinde farklı tarzlar, biçimler vardı. Sınırlı bir bölgede doğmuş, ancak yayılma gücüne sahip kapitalizm bu biçimleri yok etmeden komünizme geçiş mümkün olabilir miydi? Marx bu soruların peşine düşmüş, buna cevap verebilmek için yüzlerce defter dolusu not almış ve büyük bir azimle Rusça öğrenmeye karar vermişti.