Marlowe’un Timurlenk’i

Hacı Hüseyin Kılınç

Emir Timur hakkındaki gaddar imajına rağmen Batı’da çok tanınan birisi değildi. Hâlbuki emir kendi imajına çok düşkün biriydi. Resmi kronikçisi Neşdi’yi yanında gezdiriyor o da emirin yapıp ettiklerini günü gününe not alıyordu. Timur’la ilgili bilgilere ulaşabileceğimiz bir diğer kaynak ise İbn-i Arapşah’a aittir. Timur, Şam’ı yakıp yıkarak teslim aldığı için Arapşah’ın tarihi emire karşı olumsuz duygularla yüklüdür. Çünkü tarihçi bu kuşatma sırasında hem doğduğu kentin yıkımına tanıklık etmiştir hem de pek çok yakınını kaybetmiştir. Neşdi ise bir resmi tarih anlatıcısıdır ve anlatısı ifrata kaçmış övgülerle doludur. Yine emir dönemine ilişkin bir kaynak Kastilya elçisi olarak yanında üç aylık bir zaman geçirmiş olan Clavijo’ya aittir. Elçi meşakkatli bir yolculuk sonunda emirin izine Semerkant’ta ulaşabilmişti.  Emir, elçinin yanına yaklaşmasına izin vermiş ve hatta onu şenliklere de davet etmişti. Ming hanedanının egemenliğindeki Çin’e bir saldırıya hazırlanan emir aniden bir rahatsızlık geçirince elçi ve heyeti apar topar gönderilmişlerdi. 
Marlowe’un oyunu emirle ilgili olarak Batı’da yazılmış az sayıda eserden biridir ve öyle de kalmıştır. Emir’in yaşadığı yüzyılda yani 14.asırda Batı kendi dertleriyle meşguldü. Merkezi karakterini önemli ölçüde kaybetmişti. Avignon ve Roma’da iki papalık ortaya çıkmış ve aralarında anlaşmazlık vardı. Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’da kan kaybetmeye başlamış, büyük güçlerin tarih sahnesine çıkması için bir yüzyıl daha beklemek gerekli olmuştu. Yüzyıl savaşları Fransa ve İngiltere’yi yorgun düşürmüştü. Ayrıca İngiltere’de Avrupa’yı da titreten köylü isyanları ortaya çıkmıştı. Bohemya’da Huss köylü isyanlarına önderlik ediyordu. İngiltere’de ise Wardcliff liderliğinde 1381 yılında büyük bir köylü isyanı başlamıştı. 14.yüzyıl geç ortaçağlara karşılık geliyordu ve feodalizmin krizi her geçen gün artıyordu. Köylü isyanlarının bu yüzyıldaki yaygınlığı bunun alametleriydi. Yine Kırım üzerinden kıtaya gelen veba nüfusun neredeyse yarıya yakınını yok etmişti. Veba, Avrupa’nın dokusunu baştan aşağı değiştirmişti. Her yere korku hâkim olmuş, kiliseye olan ilgi artmış ve kilise vebanın kefaretini sapkın bulduklarına yüklemeye başlamıştı. Kısaca yüzyıl kıtaya her açıdan umutsuzluk ekmişti. 
Hunların lideri Attila ve Moğolların hanı Cengiz’in aksine Timur kıtaya yönelik bir askeri seferden hep uzak durdu. Beyazıt’ı Çubuk ovasında esir aldığında isteseydi yönünü Batı’ya çevirebilir ve Osmanlı’nın fethettiği yerleri alabilirdi. Beyazıt Avrupalıların korkulu rüyası olmuştu. 1396’da Niğbolu’da karşısına çıkan değişik Avrupa milletlerine ait orduları büyük bir yenilgiye uğratmıştı. Avrupalılar bu savaşa yeni bir Haçlı seferi gözüyle bakıyorlardı. Yüzyılın yarattığı yıkım ve tahribatı böyle bir savaş ile aşmak ve yeniden Doğu’nun zenginliklerine doğru yönelmek istiyorlardı. Emirin orduları Beyazıt’ı yendiğinde buna en çok sevinen onlar olmuştu. Hatta Beyazıt’ın kaybetmesi için el altından emire destek de olmuşlardı. Ama bir Müslüman için bu dönemin Avrupa’sının bir çekiciliği yoktu. Kıta kendi dertleriyle ziyadesiyle meşgul geri kalmış bir yerdi. Yağma ve talan için bir çekiciliği bulunmadığından dolayı buraya seyyah veya casus da çok fazla göndermiyorlardı. Bu durumu Bernard Lewis şöyle özetler; ’Endülüs’ten İran’a kadar Ortaçağlı bir Müslüman için Hıristiyan Avrupası, karanlıklara gömülü bir barbar ve kâfir ülkesiydi; ne ondan korkması için bir neden ne de ondan öğreneceği bir şey vardı.’
Şimdi Marlowe’a gelelim. Marlowe, Shakespeare ile aynı yıl doğmuştu, fakat ondan çok daha erken bir dönemde şöhrete ulaştı. Shakespeare ilk oyunlarını yazmaya başladığında Marlowe, hızlı hayatının bir sonucu olarak en yakın arkadaşından aldığı bir bıçak darbesi ile can verecekti. Shakespeare, ancak lise seviyesinde bir dil eğitiminden geçmiş iken Marlowe önce King’s’i daha sonra Cambridge’i bitirecekti. Marlowe, Bloom’a göre ‘Batı Kanonu’ndan onu çıkardığınızda geriye hiçbir şey kalmayacak olan Shakespeare’den, en az bir on yıl önce eserlerini vermeye başlamıştı. Büyük Timurlenk’i üniversitenin ilk yılında daha on altı yaşında iken yazmıştı. Marlowe nereden bakılırsa bakılsın dahi birisine benziyordu. Ancak hızlı yaşantısı yeteneklerini tam anlamıyla sergilemesine izin vermedi. Tıpkı Rimbaud gibi heyecanlı, macera dolu bir yaşama olan eğilimi edebiyat sahnesinde uzun süreli kalmasına izin vermedi. 

Bu dönemde İngiltere tahtında kraliçe Elizabeth oturuyordu. Elizabeth’in kraliçeliği uzun sürecek ve bu dönemde ülkesi saldırgan, yayılmacı bir politika izleyecekti. Avrupa’da yeni bir asker ve tüccar milleti doğmaktaydı. Tarihçiler Elizabeth dönemini böyle kayda geçirirler. Keşifler, denizlerde seyahat ve yeni kıtalara olan iştah İngilizleri tüccar bir millet haline getiriyordu. Denizci bir millet olmanın verdiği yetenekleri, korsanlık faaliyetleri ile daha ileri aşamalara taşımışlar ve karşılarındaki güçlerin gerilemeye başlamasıyla birlikte de öne çıkmaya başlamışlardı. 17.yüzyıl başlarına gelindiğinde İspanyollar denizlerdeki üstünlüklerini kaybetmeye başlamıştı. Yeni kıtadan gelen serveti çarçur ettikleri gibi kıtadaki hanedanlık meselelerine de fazla gömülmüşlerdi. Hem yeni kıtadaki hem de eski kıta Avrupa’daki yayılmalarını destekleyecek bir dönüşümü başaramamışlardı. İngilizler kabuklarından çıkıyor ve etraflarında ne olup bittiğine ilgi duymaya başlıyorlardı. Marlowe’un oyununda bunun bütün unsurlarını görmek mümkündü. Emir Timur’un fetihleri, savaşları, kazandığı başarılar İngilizlerin iştahını kabartıyordu. Bir tür rol model gibi bakıldığı söylenebilir. 
Marlowe’un esrarengiz ölümünü anlamak için yapılan araştırmalar onun kraliçenin casusu olduğunu ortaya çıkarmıştı. Fransa’ya kaçmak zorunda kalmış, Katolik İngilizlerin ne yaptığını takip için gizli olarak bu ülkeye gelmiş, izlerini sürmüştü. Elizabeth’in baş casusu olan Dışişleri Bakanına bağlı çalışıyordu.  Marlowe ayrıca cinsel tercihleri ile de çok dikkat çeken birisiydi. Kraliçenin ali menfaatleri için Katoliklikten Protestanlığa dönmeyenlerin izini sürüyordu, ama kendisi inançsızdı. Londra’daki Hollanda kilisesinin duvarlarına yazılan hakaret dolu sözlerin ona ait olduğu iddia edilmişti. Hem Hristiyanları hem Musevileri ve peygamberlerini aşağılamaktan geri kalmıyordu. Timurlenk oyununda emir kendini Tanrı ile aynı seviyede görür. İnananların inançlarıyla alay eder. Kendini o kadar güçlü görür ki Jüpiter’e meydan okur. Eski Yunan ve Roma pagan Tanrıları ile kendini karşılaştırır. Marlowe oyunda İslamiyet’i küçük düşürmek için Timur’dan yararlanır. Göçebe geleneğinden gelen birisi olarak emir imanı kuvvetli bir mümin değildi. Son tahlilde aldığı kararlarda şer’i kurallardan ziyade örfi hukuka ağırlık veriyordu. Timur’un yönetim pratiğinde bozkır yasalarını daha belirleyiciydi. Bozkır kültürü kendini her hangi bir kitabi gelenekle sınırlamak istemiyordu. Bozkırın kurucu babası olarak Cengiz bir takım yasalar koymuştu, ancak bunlar bozkır kültürünün yüzlerce yıllık birikiminin kodifikasyonu anlamına geliyordu. Bunlara Cengiz-Moğol yasaları deniliyordu. Emin han soyundan gelmediği için bu sıfatı da taşıyamıyordu. Hanlık soydan geldiği için emir kukla hanlar atıyordu. Emir Timur, ancak hanlara ait Çağatay ülkesini fethedip hanın hanımını kendine eş yaptıktan sonra hanlar sülalesine bir damat olarak girebilmişti. Alelade bir ailede doğmuş olması, çocukluğunu çobanlık yaparak geçirmiş olması, soylu bir aileden gelmemiş olması hep küçümsenmesine yol açmıştı. Marlowe’da oyununda diğer kralların, prenslerin ona hep küçümsemeyle baktığını anlatır. Acımasızlığının, gaddarlığının, şiddete düşkünlüğünün ardında hep yakasını bırakmayan bu geçmişin olduğu ima edilir. Muhtemeldir ki Marlowe’un yaşadığı dönemde elinin altındaki Timur’a ilişkin kaynaklar böyle bir portre çiziyordu. Bu portre Montesquieu’ye kadar ulaşacak bir imgeydi. Şark, doğu despotlukları Batı’nın imgelemine böyle yerleşmişti. Kana susamış, kan akıtmaktan özel zevk alan, acımasız ve şiddette sınır tanımayan bir yönetim anlayışı. Dinsel kuralların ahlaki bağlayıcılığının dahi söz konusu olmadığı bir dünya. Elbette tümüyle yanlış olduğu söylenemez, ancak bir çarpıtmanın, kendini ötekine göre kurma mekanizmalarının işlediğini de yadsıyamayız. 
Marlowe’un oyunu sahneye konduğunda büyük gürültü koparmıştı. Shakespeare Londra’ya ilk geldiğinde insanlar kitleler halinde oyunun oynandığı tiyatroya akın ediyordu. Dönem İngiliz tiyatrosunun parlak zamanlarına denk geliyordu. Tiyatro en rağbet gören eğlence biçimiydi. Londra’da sayısız tiyatro, kumpanya bulunuyordu. Yetenekli oyun yazarları başta Marlowe olmak üzere sektör haline gelmiş bu alana oyun yetiştiriyordu. Marlowe’un oyunu insanlara iktidara, hükmetmeye ilişkin büyüleyici bir düş kurduruyordu. Yoksul bir İskit çobanı cihan fatihine dönüşüyordu. Batılılar kuzeyden gelen bilmedikleri bu halka İskitler diyordu. Hâlbuki emir Moğol karışımı bir Türktü. Göçebe olan İskitler hayvan sürüleri ile birlikte kuzeyden Avrupa içlerine kadar gelmişler ve Yunanlar ile de savaşmışlardı. Oyundaki emir acımasızlığı ile tanıtılırken, Marlowe kendi kişiliğinden bir takım unsurları da eklemeyi ihmal etmiyordu.