Marksist düşünürler içerisinde umut ve ütopya kavramını eserinin merkezine oturtan filozof Ernst Bloch’dur. Bu anlamda çok ayrıksı ve özel bir yere sahiptir. Bloch romantiklerden etkilenmiş ve bu etki yaşamının sonuna kadar devam etmiştir. Onun antikapitalizminin çok yoğun biçimde romantiklerin kapitalizm eleştirilerini devraldığını söyleyebiliriz. Marx’da ilk gençlik yıllarında bu eleştiriden etkilenmişse de ekonomi/politik okumaları sonucunda düşüncesinin merkezi kavramlarında hem kaymalar hem de değişimler gerçekleşmiştir. Marksizm’in kurucuları ütopik düşünürlerle aralarına çok erken bir evrede mesafe koymaya başlamışlardı. Düşüncelerini sistematize etmeye başladıklarında ütopyacı sosyalistleri acımasızca eleştirmişler ve komünizmin gerçek hareketin kendisi olduğunu söylemişlerdir. Yani komünizm bir ütopya, bir proje ve Platoncu anlamda bir ide değildi. O kapitalizme içkin, sermayenin her günkü hareketinin ürettiği bir sonuçtu. Bu ayrımı netleştirme işi Engels tarafından üstlenilmiş ve sonuçta ‘’ ütopik sosyalizm ve bilimsel sosyalizm ‘’ başlıklı risale yayınlanmıştır. Kurucuların ütopik projelere karşıtlığı ütopyacıların taşıdığı umutlara, hayallere, özlemlere karşıtlık taşımıyordu. Romantik eleştirinin temaları Marx’ın eserinin tamamına yayılmıştır. Kapitalizmin kendi suretinde yarattığı dünya, sermaye hareketinin yıkıcılığı öfkeli, yer yer romantikleşen bir üslupla eleştirilir. Karşıtlıkları ütopyacı düşünürlerin tasarılarının gerçekleşmesinin imkânsızlığınadır.
Genç Marx erken yazılarının bir yerinde Kant’ın ‘kategorik emperatifinin’ yani evrensel ahlaki buyruğunun Alman burjuvazisinin bütün çelişkilerini yansıttığını söyler. Ahlaki buyruğun sınıflara bölünmüş bir dünyada değil komünist bir toplumda, sınıfların bütünüyle sönümlendiği bir dünyada pratikleşebileceği iddiasını dile getirir. Başta Kant olmak üzere Alman filozoflarının Prusya burjuvazisinin ufuksuzluğunu, ancak zihinsel spekülasyonla aşabildiklerini, felsefenin diğer ülkelere kıyasla çok gelişmesinin nedeninin de bu çelişkide aranması gerektiğini belirtir. Marx komünizmin güçlü bir ahlaki, vicdani, insani içerikle yüklü olduğunu yadsımazken hareketin kurucu ilkesinin bu değerler olamayacağını da kayda geçirir. İnsanlar tarihi yaparken asıl olarak sınıfsal çıkarlarla hareket ederler ve fikirler de maddi üretim ilişkilerinden kopuk değildir. Komünizmin değerleri proletaryanın sınıfsal çıkarlarıyla bir bütünlük oluşturur. Kapitalizm emekçileri insanlıktan çıkartan koşullara mahkûm edip utançla yaşamaya mecbur bırakırken bu sınıfta kendi kurtuluşunun tüm insanlığın kurtuluşu olduğunun ahlaki özgüvenine sahip olur.
Bu yazının konusu olan Bloch Marksist düşünce geleneği içinde ütopya ve umut kavramlarını entelektüel çalışmasının temeline koymakla herkesten farklılaşır. Doksan yıllık ömrünü Marksist düşünceyi yeniden bu kavramlarla güçlü bir etkileşime sokmaya adamıştır. Marksist Ortodoksi tarafından ruhani, dindar ve Marksist peygamber olmakla suçlanmıştır. Çilelerle dolu yaşamında ikinci dünya savaşından sonra Doğu Almanya’da kalmayı tercih etmiş, ancak Macaristan’ın 1956 yılında Sovyet orduları tarafından işgaline karşı çıktığı için kitapları yayınlanmamış, ders vermesi engellenmiş, göz hapsine alınmış ve en sonunda Batı’ya sığınmak zorunda kalmıştır.
Bloch 1885 yılında küçük burjuva Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Ergenlik yaşlarında iken kütüphaneye kapanıp Kant, Fichte, Hegel ve Schelling gibi filozofların eserlerini okumaya başladı. Çok yakın dostu olan György Lucaks ile Heidelberg’de sosyolog Max Weber’in evinde onun seminerlerini takip ederken tanıştı. Bu tanışma inişleri çıkışları olsa da bir ömür sürecek dostluğun temellerini attı. Aynı kuşağa mensup olan bu iki insanın da kapitalizme karşı büyük nefretleri vardı. Lucaks sınıfsal olarak burjuva, banker bir aileye mensuptu. Ortaçağ cemaatleri, bölünmenin ve yabancılaşmanın aşıldığı yurt düşüncesi, mistik inanışlar ve özellikle Lucaks’ın geleneksel Rus halk düşüncesine olan düşkünlüğü onları birbirine yaklaştırıyordu. Bloch ölümüne yakın bir vakitte, genç Lucaks düşüncesi üzerine çalışan Michael Lövy verdiği mülakatında nüanslar dışında aralarında hiçbir farklılık bulunmadığını, uzun bir zaman görüşmediklerinde dahi ‘’ (…) aynı yönde çalıştığımızı keşfediyorduk; ben onun bıraktığı yerden devam edebiliyordum, o da benim bıraktığım yerden; bileşik kaplar gibiydik, su her zaman iki kolda da aynı seviyedeydi ‘’ diyor.
Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesi iki insanın radikalleşerek Marksizm’e yönelmesini hızlandıracaktı. Daha ilk karşılaşmalarında Bloch Lucaks’ı Hegel’le tanıştırırken, Lucaks’ da onu dinsel, mistik varoluşçuluğun önemli filozofu Kierkagard ile tanıştırmıştı. Hegel’ in etkisiyle özne/nesne özdeşliğine dayalı bir devrim ve örgüt modeli üreten Lucaks en önemli eseri ‘Tarih ve Sınıf Bilinci’ni yayınlayacak, Macar devriminin içinde yer alacak, Bela Kun hükümetinde eğitim halk komiseri olacaktı. Bu kitap İngiliz düşünür Perry Anderson tarafından Batı Marksizm’inin kurucu eseri olarak kabul edilir.
Bloch ise aynı yıllarda ’ütopyanın ruhu’ isimli çok güçlü bir devrimci romantizmle yüklü kitabını yayımlayacaktı. Bu kitabın savı şuydu: ‘dünya gerçek değil fakat insan ve hakikat aracılığıyla yurduna kavuşmaya çalışıyor.’ Alman romantikleri Novalis, Hölderlin, Kleist, Schlegel’ den başlayıp Heidegger’e gelinceye kadar Alman düşüncesini boydan boya kat eden bir kavramdı yurt düşüncesi. Yurt, yuva, Almancası ile Heimat cemiyet anomisinden uzak, özdeşliğin kurulabildiği, yabancılaşmanın aşıldığı, doğayla bütünleşmiş toplulukların diyarıydı. Tanrı krallığının kurulması da ahirete havale edilmiyor, ilhamını geçmişten alan bir şimdinin meselesi haline getiriliyordu.
Bloch bu eserinde ‘’ ütopik artık ‘’ kavramını kullanıyordu. Dinlerde içkin olan ve özellikle pozitivizm ve kaba materyalizmin yok saydığı umut, özlem gibi kurtuluşa ilişkin duyguları ütopik artıklar olarak değerlendiriyor, yok sayıldıkları yerden gün ışığına çıkarmaya uğraşıyordu. Bloch’a göre kurtuluş düşüncesinin miladı modernlikle, ilham kaynakları da nesnel bilimle sınırlandırılamazdı. Dini inançlarda her dinin egemen ortodoksisi tarafından zapt edilemeyecek ütopik arzular, artıklar vardı. Bu artıklar asla yok olmazlar kesintisizce akmaya devam ederlerdi. Her isyanda, kalkışmada, devrimde bu artıklar insanları harekete geçiren bir güç kaynağı gibi çalışırdı. Bloch Frankfurt Okulu düşünürlerinden Adorno ile katıldığı 1964 tarihli ‘ ütopik özlemin çelişkileri üzerine ‘ başlıklı bir radyo söyleşisinde Oskar Wilde’den şu sözü alıntılayarak proğramı kapatır: ‘ ütopyayı içine almayan bir dünya haritası, göz atılmaya bile değmez.’