Makbule Dıblan'ı unutsak da olur mu?

T24'den Taçlı Yazıcıoğlu kaleme aldı; "Peki bıkmadık mı biz kadınları sürekli erkekler üzerinden tanımlamaktan? Erkek referansı –babası, kocasıyla; yanında poz verdiği ünlü bir yazarla, bakanla, cumhurbaşkanıyla– olmadan bir kadını anlatamamaktan?"

Türk Kadınlar Birliği’nin, Verem Savaş Derneği’nin kurucularından, uzman doktor; milletvekilliği, başhekimlik, dernek başkanlığı yapmış ama bunları alışık olduğumuz gibi İstanbul’da değil, bir kız lisesi bile bulunmayan zamanın Adana’sında 1913’te doğarak henüz kırk yaşına gelmeden gerçekleştirmiş, kadınların toplumda ve siyasette ön planda ve aktif olarak rol alabileceklerinin sadece ülkede değil, dünyadaki ilk örneklerinden, o öncü kadınlardan Makbule Dıblan’ı gerçekten unutsak da olur mu?

İki büyük kutu dolusu fotoğraf, albümlere konmamış, sırasız. Pasaportlar, kimlikler, kartpostallar, biletler, teşekkürler, bin türlü evrak ve bir defter; çoğumuzun varlığından bile haberdar olmadığı anatomik kısımlar sayfalar boyu elle çizilmiş, itinayla her bölgesinin ismi yanına yazılmış, Latince, uzun uzun. Eğer not edilmezse bu bilgiler, bakılacak kitap yok, kitap olsa dahi çoğaltacak fotokopi makinesi yok, cep telefonu hiç yok. Çünkü 1930’ların başındayız. En çok olan şey neydi diye sorarsanız: “Yok”.

Tıp okumak istiyorsunuz. Ancak üniversiteye kadar gelebilmek için liseyi bitirmeniz gerekir öncelikle. Oysa okuduğunuz Adana’da öğretmen olmak istemeyen kızların gidebileceği tek lise[1], Adana Amerikan Kız Koleji siz dokuzuncu sınıftayken kapanır. O arada sadece orası değil birçok okul kapanır; ailenin mali durumu bozulur, kışı geçirebilmek için çiftlikte on altı yaşında, kardeşlerinize okul açıp, onlara okuma-yazmayı öğretirsiniz. Kolejdeki arkadaşlarınızın hepsi okumayı bırakır ama siz Bursa’da okuyabileceğiniz bir lise olduğunu öğrenip oraya gidersiniz. Sonra bir duyarsınız ki Adana Kız Lisesi açılmış, hemen dönersiniz memleketinize, liseyi bitirirsiniz. Çünkü 1920’lerin sonlarına gelmişiz: Eğer Anadolu’daysanız kız öğrenciler için lise de yok.

Tüm bu yokluk içinde sizi okumanız için destekleyen bir anneniz var ama. Öyle bir anne ki, 1928’in bir sabahı gazetedeki yazıları okuyamayınca –çünkü harfler değişmiştir– ağlayan, ilk belediye meclisi üyeliği yapan kadınlardan, Fatma Hanım’dır o. Akla hayale gelmeyecek kadar işi kısa bir yaşama sığdırıp dünyadan ayrıldığınızda, onca taşınmaya karşın altı yaşınızdan beri biriktirdiğiniz, an be an yaşamınızı anlattığınız onlarca fotoğrafınızı ve diğer evraklarınızı kırk beş yıl saklayan, sözlerinizi yaşatan ve çocuklarına da yaşattıran, yine tam kırk beş yıl evinin baş köşesinde büyük çerçeveli bir fotoğrafınızla yaşamış sizden on iki yaş küçük bir de kız kardeşiniz var, Hüsniye Kozanoğlu. Sonra iki manevi kız kardeşiniz daha var, biri hakkınızda detaylı bir araştırma yapıp bilimsel bir makale yazan Feryal Saygılıgil, diğeri de hasbelkader fotoğraflarınızın büyüsüyle hikâyenizi anlatmaya çalışan bu satırların naçizane yazarı.

Aslında böyle yazıların daha çok erkek belirteçleriyle yazılmasına alışığızdır değil mi? İlgi çekmesi için Makbule Dıblan’ı yanında poz verdiği Reşat Nuri Güntekin’le, elinden onca erkek öğrencinin arasından tıp fakültesi diplomasını aldığı Hasan Âli Yücel’le, mecliste onca erkek milletvekili arasında tek kadın olarak yanında fotoğraf çektirdiği İsmet İnönü’yle de fotoğraflarını koyabilirdik en başa.[2] Ön plana bunları çıkartmak âdettendir. Peki bıkmadık mı biz kadınları sürekli erkekler üzerinden tanımlamaktan? Erkek referansı –babası, kocasıyla; yanında poz verdiği ünlü bir yazarla, bakanla, cumhurbaşkanıyla– olmadan bir kadını anlatamamaktan? Ne çare, bu bir süre daha böyle gidecek. Kadınların imleri kadınlar olana kadar devam edecek.

Hüsniye Hanım’ın sözlerini bize taşıyan, diğer hepsinden ayrı tuttuğu, sadece kadın anlatıcı ve belirteç denklemimizi biraz bozan, Makbule Hanım’ın en favori yeğeni, teyzesini kaybettiğinde on dört yaşında bir çocuk olan Hayri Kozanoğlu bizlere yardımcı; bir ulak. Çünkü annesinin dilini bir sözlük kisvesi altında yazan, bu şekilde onun yaşamını da bize anlatan, teyzesinin hatıralarının yeni koruyucusu, fotoğrafları benimle paylaşan o. O kadar yeğenin arasından favori bir yeğen atamak, Makbule Hanımın hatırasını ve mesajlarını bir gün bizlere aktaracak o kişiyi de seçmesi demekmiş. Bu seçimin lalettayin yapılmadığı anlaşılıyor.

O zaman her biri o yokluğun en çok var olduğu zamanlarda çekilmiş, yaşamını önemseyen, bir hikâyesinin olduğunu, dahası olması gerektiğini, ölümünden elli bir yıl sonra bile bizlere anımsatan Makbule Dıblan’ın fotoğraflarına bakarak ilerleyelim.

Şu ilk fotoğraftan benim de farklı bir lisede okurken bir yıl leyli meccani kaldığım Adana Kız Lisesi’ni tanımak çok kolay. O asırlık gibi duran, Çukurova’nın bataklığını kurutmuş kocaman okaliptüsler arkadaysa orası Bursa olamaz. Orada kalabalıktan biraz ayrı durmuş objektife bakıyor. “Ben herkesten farklı olacağım” diyerek başlamış sanki hayata Makbule Dıblan, “Herkesin gittiği yoldan gitmeyeceğim.” Ne o güne kadar gitmiş ne de ondan sonra gitmiş.

1934’te lise son sınıf öğrencisi Makbule’nin Reşat Nuri’nin yanında ciddi bir şekilde gülümseyerek verdiği poz boş yere değil.

O da büyük olasılıkla, bütün kadınlar gibi (sahi, okumayanımız var mıdır?), bir Çalıkuşu olmanın idealizmine sahip, Batı’da Polyanna neyse burada Çalıkuşu o; oluşan kültürler de bunlara mukabil şekillenmiş. Makbule ailesinin sadece en büyük çocuğu değildir, yapı itibarıyla da doğal lideridir, hep de öyle kalacak; sonradan maddi manevi ailesine hep o destek çıkacak, kararlar ilk ona danışılacak, hatta ileriki yaşlarında kardeşleri sadece onun doğum gününü unutmayacak. Amerikan tarzıyla karışık farklı bir eğitim de gördüğü için farklı bir kültürü de tanımış, meşrebini ve dilini ona göre kurmuştur. İyi okuyan, dirayetli, görgülü Makbule, “straples” elbiseyle boyun dekoltesini vurgulayacak kadar hülyalı pozlar verecek kadar frapandır da.

İngilizce bilmeyen kız kardeşi Hüsniye’ye muhakkak ki farklı bir görgü, “dondurma-pasta-kek” tarifleri ve bazı kelimeler de hediye eder. O da o zamanın Adanasında duyulmamış, hatta biraz züppece algılanabilecek, “İngilizceden bozma”, onu hem ablasına hem de muassır medeniyet imgeli Batı’ya bağlayan bu kelimelere özenle sahip çıkar: “Prezantabl, distinge, elegan,”[3] ve bunlara ek olarak, sözlüğe girmemiş, İngilizcedeki acil anlamına gelen urgent’tan üretilmiş, distinge gibi o zamanki şemaile göre tatlanmış “ürcan”!

Distinge: Kibar, nazik, zarif.
Görmüş, geçirmiş, seçkin mekteplerde tahsil görmüş, distinge bir şahsiyet olduğu hemen fark ediliyordu.

İstanbul Tıp Fakültesi’ndeki üniversite öğrenciliği sırasında olduğu tahmin edilen, çünkü artık bu fotoğrafın tam ne zaman olduğunu hatırlayan yok; detaylar, tarihler ancak arkalarına yazılırsa varlar. Saçları o hep kendine yakıştığını düşünerek taradığı şekilde, biraz büyümüş olgunlaşmış, bunun ve kim bilir daha nelerin işareti olarak elindeki sigarasıyla bize doksan yıl önceden, Greta Garbo’nun Ninotchka’sı gibi müstehzi bir bakışla bakar, sanki, “Hafızayı beşer hep şaşacaktır bu ülkede ama inanın bir gün beni hatırlayacaksınız” diyerek meydan okur.

1930’ların ortasında üniversite öğrencisiyken bir küçüğü olan kız kardeşi Nesteren’i veremden kaybeder. Belki de bu yüzden ileride bu hastalığın teşhis ve tedavisi için çalışacak, hiç kimsenin verem gibi erken teşhisle kurtarılabilecek bir hastalıktan ölmesine gönlü el vermeyecektir. O günlerde, sonradan orada hukuk okuyacak Hüsniye’ye yolladığı ön yüzünde İstanbul Üniversitesi’nin kapısı olan siyah beyaz kartpostalın arkasında okulunu ve bahçesini tarif eder, gözlerinden sevgiyle öper. Üniversitedeyken, herkes gibi sadece tıp okumaz, Halide Edip’in edebiyat derslerini de takip eder. Hatta Halide Edip bu meraklı öğrenci de girebilsin diye ders saatlerini öğle saatlerine kaydırır. O sıralarda aynı evi paylaştığı iki erkek kardeşiyle her gece basımı yasaklanan Nazım Hikmet şiirlerini yataklarından birbirlerine söylemektedirler.

1940’ta, yirmi yedi yaşında doktor olur ve diplomasını zamanın Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’den alır, sonra da bahçede beyaz önlükleriyle fotoğraf çekilir.

O arada ufak bir ilişkisi olur ama ilerlemez. Ondan kalan birlikte gülümseyerek bir ağacın önünde durdukları tek fotoğraf hiçbir zaman atılmaz, kimseciklere bir şey söylenmez. O ilişkinin hatırası güya orada kalır ama sonradan hiç evlenmez, duyulmuş bir gönül hikâyesi bulunmaz. Orada sanki bir karar da verilmiştir, doksan yıl sonra bakan bana da sanki bir mesaj: “O fotoğraf, muharrire hanım, sadece zat-ı âlime kalsın.”

I. Dünya Savaşı’nın ülkeyi en çok zorladığı zamanlarda Aydın’a tayin olur. Kişiliği sadece doktorluk yapacak kadar tek yönlü olmayacaktır hiçbir zaman: Yardımsevenler Derneği’ne üye de olur, başkanlığını da yapar. Sonra İstanbul’a dönüp Haydarpaşa Hastanesinde iç hastalıklar ihtisasını tamamlar. Savaş bitmiştir, bu sefer Rize’ye tayin olur. Asıl Çalıkuşu hayatı tayin olduğu Rize’de bekler onu; ilk gittiğinde kalacak yer bile bulması zor olur; bula bula bir eczacının evinin tek bir odasını bulur. Bu onun Karadeniz zamanlarının başlangıcıdır. Cevvalliği ve cesareti hekimliğine de yansır. Hopa’ya bir takayla giderek, bugün bile ulaşımı güç olan, kıvrılarak ilerleyen dar dağ yollarından bin bir zorlukla oraya getirilen Artvin valisini trakeostomi yaparak yani boğazından delik açarak kurtarır. Bunu yaptığında otuz iki, otuz üç yaşında, tek bir odada yalnız yaşamak zorunda kalan, sevdiği, tanıdığı herkesten yüzlerce kilometre uzak genç bir kadındır. Bu onu o bölgede efsane haline getirir.

O sıralar Hukuk Fakültesi öğrencisi olan kız kardeşi Hüsniye, ablasının İsmet İnönü ile yaşadığı bir anekdotu ailesine ve Feryal Saygılıgil’e şöyle aktarır[4]: Rize’ye gelip dispanseri ziyaret eden İnönü, ailesinden uzaklarda ve olanakların çok kısıtlı olduğu bir yerde doktorluk yapan bu genç doktordan etkilenir ve ona herhangi bir şeye ihtiyacı olup olmadığını sorar. Bu tabii ki, eğer diliyorsa onu farklı bir yere de tayin edebileceğinin bir imâsıdır. İşte orada verilen cevap bir ülkeyi sil baştan kurma idealizmi ile dolu, Karadeniz’deki verem oranının fazlalığını kendi konforundan önde tutan Çalıkuşu’nunkidir: “Bir röntgen cihazı burada eksik. Hastanemize bir röntgen cihazı.”

1946’ya kadar Rize’de çalışır, ayrıldığında Veremle Mücadele Dispanseri Başhekimidir. Ayrılır, çünkü CHP ona Adana’dan milletvekili olmasını teklif eder. Bununla ilgili bir kayıt yok ama kim bilir, belki İsmet İnönü kendinden röntgen cihazı isteyen o genç doktoru unutmamıştır. Kadınların siyasete henüz girdiği, sadece üç dönemdir (on bir yıl) milletvekili olduğu zamanlardır. Dil bilen ve meslek sahibi kadınların azlığına karşın, milletvekili oranı günümüzden pek de o kadar farklı değildir. Otuz üç yaşının her anında öncülük yaptığından, bu görev için ne tereddüt etmiş ne de böyle bir sorumluluğu yadsımış olması gerek. Hitabet yeteneğinin olduğu zaten erken yaşlardan bellidir. Özellikle annesinin desteği ile, 1946 seçimlerine girer, Adana’nın, o zamanki ismiyle Seyhan’ın, 8. Dönem milletvekili olur. Meclisteki en genç vekil olduğundan Divan üyesi seçilir. Kendinden yaşça büyük onca erkek vekil arasında İsmet İnönü ile poz verirken acaba neler düşünür?

Ondan sonra 1995 yılına kadar, tam kırk dokuz yıl Adana’dan bir daha kadın milletvekili seçilmeyecektir. Bu yüzden de bu satırların yazarı ilk kez on bir yaşındaki bir çocukken TBMM albümünde, onu Adana milletvekilleri arasındaki üç kadından biri olarak tanır. Diğer iki milletvekili, Adana’yla ilişkileri, evlilik ya da tayin yoluyla kurulan, İstanbul doğumlu Şemsa İşcen ve Fatma Esra Nayman isimli öğretmenlerdir. Özetle, Makbule Dıblan, oralı olan, orada yetişen ilk kadın Adana milletvekilidir.

Milletvekilliği o ana kadar yaptıklarını daha geniş bir sorumlulukta gerçekleştirebileceği bir görevdir sadece. Bu sürede, özellikle halk sağlığı, kadın hakları ve yoksulluk gibi ülke meselelerine dahil olur. Ayrıca “dil bilen” azınlıkta olduğu için yurtdışı etkinliklerinin de vazgeçilmezidir. Orada kastedilen dilin daha çok İngilizce olduğuna kesin gözle bakmak gerek. Yoksa Makbule Dıblan Arapça da bilir; malum, okumasını da yazmasını da. Hem Arap Alevi’dir hem de o “camia”dan çıkan ilk kadın doktordur. Makbule’nin kendini tek bir kimliğe hapsedecek bir kişiliğe sahip olmadığı belli ama diğer kız kardeşi Jülide ikinci kocasının onun Arap Alevi oluğunu öğrenmesinden çekinerek yaşar.[5] Hüsniye Hanım’dan Adana’nın Arap Alevilerine o sıralar ne dendiğini istihza ile karışık öğreniriz.

Hars: Kültür
Cumhuriyetten sonra kurulan hars komiteleri, bizim camiaya “Eti Türkleri” sıfatını münasip görmüş.[6]

1930’lar “Eti kadınlarının” yazlık sinemalara götürülerek Türkçe öğretme seferberliğinin başladığı devirdir.[7]

Milletvekilliği sırasında var gücüyle halk sağlığı için çalışır, saha deneyimini siyasete aktarma çabasındadır. Ta o zamandan sağlık uygulamalarının ülkedeki eşitsizliğin en önemli işareti olduğunu fark edenlerdir. Verem hastalığı değildir sadece söz konusu olan, yoksullukla da mücadeledir. Röntgen isteğini 1947’deki TBMM’de, yaş ortalamasın bir hayli altında olsa da, idealizminden cesaret alarak dile getirir; konu savsaklanmayacak kadar ciddidir:

"Arkadaşlarım bu mevzuda lâbubali olmanın zamanı geçmiştir. Çok rica ederim Sağlık Bakanından, geçen sene de bağırdım, çağırdım. Bu mevzu üzerinde bir hayli durdum ... bu büyük dâva, verem dâvası hayır cemiyetlerinin, hayır teşekküllerinin başarabileceği durumdan çıkmıştır, Türkiye'de. Ancak Devlet eliyle, daha disiplinli bir şekilde mücadele yapılması lâzımgelen bir dâvadır." [8]

Ertesi yıl Nermin Abadan’la birlikte, bugünkü gibi tek bir uçakla ulaşılamayacak İsveç’e gider, Yakın Doğu Kadınlar Kongresi’ne katılır. İzlenimlerini, iki yıl önce,1947’de kurulan ve en önemli hedefleri, gazete kapaklarının “üzerine açık saçık bir kadın portresi yapıştırmamak için bayilerle” , “adamsendecilikle”, gazete içeriği onlara hitap ettiği halde “böyle ağır başlı şeyleri okumayan büyük bir zümre ile” mücadele etmek olan Kadın Gazetesi’ne[9] sekiz bölüm halinde yazar. 

Anlaşılan onun uzun zamandan beri peşinde olduğu röntgen cihazlarından daha başka öncelikleri vardır zamane hükümetinin. Belki de kendilerine seçme ve seçilme hakkını verilmiş olmasını neden hâlâ “kifayetli” bulmadıkları konusunda ona bol kinayeli sözler sarf eden erkek milletvekilleri onu desteklemez.[10] Önerisi kabul edilmez; 1949’da yani iki yıl sonra, bu isteğini tekrarlar. Fakat bu sefer sesi artık bıkkın çıkar. Sözleri senelerdir aynı şeyi isteyip duran kişinin ricasıdır:

"Sayın arkadaşlar, bilirsiniz ki bugün röntgen cihazı bütün dünyanın tıbbî anlayışiyle yalnız röntgen teşhis vasıtası olmaktan çıkmış aynı zamanda teshin ve tedavide büyük değerli, müspet iş görmektedir. Tababet bundan hiçbir zaman müstağni kalamaz. Bunun hastalığı teşhiste olduğu gibi tedavide de pek çok hizmeti olduğunu açık olarak ifâde etmek isterim." [11]

Makbule Dıblan genç yaşta büyük sorumluluklar üstlenmiş olsa da gezmesini, eğlenmesini seven genç bir kadın olduğunu bir süre daha unutmaz. Gençlik fotoğraflarından beri gözlemleyeceğimiz frapanlığı, kılık kıyafetindeki özeni o dönemlerde de izleriz. Bu tür zevklerini kardeşine de aktarır; o da sonra bizlere.

Goblen: Seyrek dokunmuş kumaş üzerine renkli ipliklerle yapılan işleme.
Ablam Viyana’dan nefis goblen çantalar getirmişti.[12]

Aynı yıl kurucularından olduğu Ulusal Verem Savaşı Derneği’ni temsil ederek, diğer kurucularından, onu muhtemelen Haydarpaşa’daki ihtisas yıllarından tanıyan, eski İstanbul Üniversitesi rektörü, üniversite özerkliği yasasının da mimarlarından Ord. Prof. Dr. Tevfik Sağlam’la Uluslararası Verem Birliği kongresine de katılır. Kongreye katılan yirmi yedi ülkenin delegeleri arasındaki tek kadındır.

1949’da aynı zamanda, Mevhibe İnönü’yle birlikte, 1935’te meclise kadın milletvekillerini sokarak ve kadınlara oy hakkı için mücadele kararı alan 12. Dünya Kadınlar Birliği kongresini İstanbul’da düzenleyerek misyonunu tamamladığı düşüncesiyle feshedilen Türk Kadınlar Birliği’ni[13] tekrar kuran ekibe dahil olur; Başkan Latife Çeyrekbaşı ile Amsterdam’daki 15. Dünya Kadınlar Birliği Kongresine katılır, dahası söz alarak Türkiye’deki kadın haklarıyla ilgili bir konuşma yapar.[14] Sonradan uğruna savaşılmadığı gerekçesiyle bir süre kıymete binmeyen kadınların seçme ve seçilme hakkı ve toplumsal görevleri üzerine söyleyecek çok sözü olsa gerek. Bugün uluslararası konferanslara, toplantılara katılan kadınların hangisi onun ve onun gibi öncü kadınların ayak izinden yürüdüğünü bilir?

O sıralar başka neler yaptığını merak edersek yine kız kardeşi Hüsniye yetişir imdadımıza:

Rüsum: Vergiler.
Ablam Makbule Dıblan’ın kanun teklifiyle, sinema biletlerinden verem savaşına rüsum ayrılması kabul edilmişti.[15]

Bu 5237 sayılı, eğlence giderlerinin bir kısmının o bölgedeki veremle savaşa ayrılmasına dair kabul edilen kanundur. Sağlık hizmetlerinin toplumsal eşitliğe katkısını hatırlatan böyle bir kanunun çıkmasına önemli katkılarda bulunur. Sadece röntgen cihazlarının değil sağlık hizmeti götürebilmek için demiryollarının da yaygınlaşması için çalışır. Fakirlik mazbatasının şart koşulmasına itiraz eder; fakir olduğunu söyleyen herkes bir formaliteye sokulmaksızın sağlık hizmeti alabilmelidir. Benzer şekilde, Emekli Sandığının “25 yaşını doldurmuş olup da muhtaç bulunan kız çocuklarına aylık bağlanır” kanunundaki muhtaç ibaresinin kaldırılmasını, boşanma ya da dul kalma nedeniyle aylığı kesilen kadınlara tekrar eski aylık bağlanması önergesini Tahsin Tüzün’le birlikte hazırlar ve bunun kabul edilmesini sağlar.

Malum 1950’de CHP seçimi kaybeder, ikinci kez adaylığını koyan Makbule Dıblan da. Devir değişir, dört yıl önce kurulan Demokrat Parti artık iktidara gelmiş, on yıl sürecek icraatlarına başlamıştır, modernleşme muhafazakârlaşır. Siyasete girip çıkma eskisinin kurallarıyla değildir. İlk askerî darbe yaşanmış, ilk idamlar yapılmıştır.

1965’e kadar Adana’da serbest hekimlik yapar. O sıralar neler yaptığını, yeğeni Hayri’nin farklı bir kitapta yazdıklarından –yani araştırmam esnasında aktardığı anekdotlardan değil– okuruz. Söz gerçekten de uçar: “Zaman zaman teyzem Çakmak Caddesi’ndeki muayenehanesine götürür, akşamüstleri batonsaleler eşliğinde semaver sohbetleri yapılırdı.” Çakmak Caddesi o zamanın en işlek caddelerindendir. Yurtdışıyla bağlantısını gerek Londra’da izlediği tiyatrolara ya da Viyana konserlerine gittiği gezilerle, gerek okudukları sürdürür. Zaman İncirlik’in ve Amerikan ürünlerinin Adana’ya kök saldığı dönemdir: “Teyzemin abonesi olduğu Life dergisindeki resimlerden aşina olduğum ürünler, PX’ten alınan lolipoplar, Dove sabunları, Hershey çikolataları bizim evimize de girmeye başlamıştır.” Bu arada Türk Kadınlar Birliği’nde çalışmaya devam ettiği için şehrin sosyal hayatında hep aktiftir; “Yılın Annesi” Ödülünü öğretmen Savniye Bilgen’e[16] takdim eden odur; konuşmalar yapar, “Şehirdeki tek sahne, “Halide Edip İhtifalinde” teyzemin konuşma yaptığı Şehir Tiyatrosu...” Ancak siyasetin iklimi değişmektedir, sadece “CHP Genel Sekreterliği Satır, Gülek, Baykam derken, Adana’ya tapulu gibi...” değildi, CHP’nin kadroları da o şekildedir. Kadınlara tüm ülkede Cumhuriyet’in ilk yıllarında olduğu gibi kontenjan verilmemekle kalmaz, hatta Makbule Dıblan’ın birikiminin üstüne çıktığı düşünülen ve yukarıda ismi geçen erkek adaylar tercih sebebi olur, gösterdiği her yeni siyasi faaliyet bir şekilde sonuçsuz kalır.[17]

Tüm bunların birikimiyle, biraz da belki Çakmak Caddesi’nin süregelmiş keşmekeşi ve erkek olduğu malum Adana’nın[18] hem içinde kazanlar kaynayan küçük şehir olup hem de büyük şehir olma iddiasının yarattığı sorunların bıkkınlığıyla, yirmi yıl kadar önce genç bir doktorken Karadeniz’de yaptıkları aklına düşer. Tekrar tayinini ister. Bu sefer Trabzon’a, Göğüs Hastalıkları Hastanesi’ne Başhekim olur. Yirmi yıl önceki Rize’deyken –bir kısmını bebekken kurtardığı– hastaları onu unutmamışlardır, gelip muayenehanesine ellerini öperler. O sırada “Son Argonot” olarak nitelenen şair, aynı zamanda da kronik bir verem hastası olan İlhan Demirarslan da, başhekimliğini yaptığı hastanede doktor olarak çalışmaktadır. İlhan Bey o sıralar bir heyetle Trabzon’a gelen Behice Boran’la görüştüğü için komünist olarak, yaftalanır ve bu Makbule Hanım’a jurnallenir. Oysa ikisi zaten ahbaptırlar, birlikte uzun uzun şiir ve özellikle Nazım Hikmet üzerine sohbet etmektedirler; jurnalleyenlere gülüp geçtiğini kardeşine anlatır. O işine, halk sağlığını korumaya bakacaktır. Trabzon’un üç ilçesine verem dispanseri kurulmasını sağlar; kapsamlı verem taramaları yaptırtır; hastanesine 200 yataklı ek tesis kurdurtur.

1960’lar, Demokrat Parti’nin giderayak bıraktığı hediyeleriyle, Amerikan emperyalizminin sadece Çukurova’ya değil tüm ülkeye yayılmaya başladığı yıllar olsa da sosyalizm umudu biraz olsun yeşermeye başlamış, TİP meclise girmiş, sol hiç olmadığı kadar güç kazanmıştır. Bugün pek kullanmadığımız, sosyalleşme, toplumsallaşma anlamında biraz atmasyon bir kelime olsa da, anlaşılan eşitlikçi sağlık politikalarını dar gelirlilerin lehine düzenleyen, herkesin aynı sağlık hizmeti almasını hedefleyen ve hâlâ yürürlükte olan, halk ve aile arasında anılan ismiyle Sosyalizasyon Yasası 1961’de mecliste kabul edilmiştir. Bu aynı zamanda özel muayenehanelerin kapanması demektir. Ailesine her vesileyle maddi destek veren ve hayat tarzını muhafaza etmek için sürekli çalışan Makbule Dıblan, bu kanunun uygulamaları Trabzon’a da geldiğinde onu maddi açıdan müşkül bir durumda bırakır. Ancak muayenehanesini kapatır, hatta o bölgenin sosyalizasyon başkanı olur. Bu detayı da Hüsniye Hanım unutmamıza izin vermez.

Sosyalizasyon: 60’lı yıllarda sağlık hizmetlerinin yaygın ve eşitlikçi sağlanması için başlatılan uygulama.
Ablam ...Trabzon’da sosyalizasyonu kabul ederek, muayenehanesini kapatıp tam zamanlı çalışmaya geçmişti.[19]

Başhekimlik yaptığı zamanın fotoğraflarından bize bakar. Bakışları daha ciddi, belki de biraz mahzundur. Gençliğinden bu yana düşkün olduğu anlaşılan pastalar, tatlılarla kilo almıştır. Eskisi kadar ne görüşüne ne de kıyafetlere düşkündür, duruşundaki azamette bile sanki birazcık bitkinlik okunur, zira düşünmesi gereken koskoca bir bölgenin sağlığı, yönetmesi gereken bir hastanesi vardır. Yaptığı başarılı çalışmalar yerel gazete Lider’de yayımlandığı zaman, o haberin altı tarafındaki kadınlarla dalga geçen karikatüre acaba kızmış mıdır yoksa gülmüş müdür?

Verem Savaşı Derneği için yaptığı bir seyahat esnasında, 1970’in bir ağustos günü, 57 yaşında bir trafik kazasında hayatını kaybedene dek Doğu Karadeniz’in beş ilini kapsayan bölgenin verem savaş başkanlığını yapar. Vefatından sonra eşyaları ailesi tarafından hastanesine bağışlanır. Trabzon Göğüs Hastalıkları hastanesinin ilave tesislerinden birine Makbule Dıblan ismi verilir.

Çoğu ani ve zamansız ölümde olduğu gibi travması ailesini hiç bırakmayacaktır. Kız kardeşi Hüsniye onun fotoğrafını evinin baş köşesine çerçeveleyip asar, tam kırk beş yıl kendisi de dünyadan ayrılana dek o fotoğraf o duvardan inmez.Evdeki tablolara, fotoğraflara ne kadar baktığımız malum. Bir süre sonra gözlerimiz görmez olur onları. Ancak Hüsniye Hanım’ınki böyle bir sevgi ve vefa değildir. Eve gelen her misafire ablasını tanıtır. Fotoğrafın önünde aile fotoğrafları çekilir. Ablasının anılarını hep canlı tutar. Makbule Dıblan orada öyle dimdik durarak sanki doksan yaşına kadar sevgili kardeşini hep korur; kardeşi, sonra da yeğeni onun anılarını.

Hüsniye Kozanoğlu ablasını sözleriyle, nev-i şahsına münhasır insanların kurdukları o özel dilin içinde yaşatır durur. 1998’de Feryal Saygılıgil’le görüşmeler yapar, elimizde ona ait, ablasını anlattığı tek ses kaydı bu sayede vardır[20]. O zaman Makbule Dıblan hakkında yazılan makalenin, her ne kadar kendisi günümüz normlarıyla feminist kabul edilmese de, bugün yayımlanan feminizm kitaplarında biraz olsun etkisi sahi hiç yok mudur?[21]

Hüsniye Hanım’a göre ablası evlenmemiş çünkü kendini topluma adamıştır. Bu bir kadının evlenmemesinin eksiklik olarak nitelendiği bir kültürde ablasını koruyan kız kardeşin meşrulaştırmasıdır. Mizojininin norm olduğu, yakasını kadın cinayetlerinden hâlâ kurtaramamış bu toplumda kadınlar “eksik” olamazlar, malum, yoksa dile düşerler.[22]

Hüsniye Hanım’dan bize aktarılan anekdotlardan, Makbule Hanım’ın son yıllarına kadar ülke meseleleri hakkında düşünmekten hiç vazgeçmediğini de öğreniriz:

Düldül: İkide bir bozulan eski otomobil, Muhammed’in atının adı.
Türkiye’nin ilk otomobilinin ismi için teyzenizin (Makbule Dıblan) teklifi Muhammed’in atı düldüldü; ne var ki mükâfatı Anadol kazandı.[23]

Sonra elimizdeki şu kısıtlı bilgilerle, onun 108. doğum gününe iki hafta kala ancak bunları yazarız. Fotoğraflara bakıp Susan Sontag’ın deyimiyle fani olduğumuzu, ölümün belki de sadece bir fotoğraf olduğunu hatırlarız.[24]

Tarihin sadece araçsallaştırıldığı zaman işe yaradığı, toplumsal hafızanın eksikliği üzerinde şikâyetin bol olduğu bir kültürdür bizimkisi; giderek girift hale gelen tartışmalardan başımızı kaldıramadığımız. Unutmanın hatırlamaktan daha fazla olduğu, bile isteye unuttuğumuzu, hatta zülfiyare dokunmadıkça bu kayıtsızlığın işimize geldiği bir toplum olduğumuzu bilir, söyler ama kaydedilmiş hafıza konusunda kılımızı kolay kolay kıpırdatmayız.[25] O zaman hikâyesi tarihe karışmış, tarihyazımının mihenk noktası olan o “büyük adamlardan” biri olamamış, şu şanlı tarihimizde unutulmuş bu kadar çok kadın olmasına şaşmamalı.

Hikâyesi hiç bilinmeyenlerin hatta hikâyesizliği bir kader olarak çekenlerin kültüründeyseniz eğer, çoğu insanı ya da olayı unuttuğunuz gibi Makbule Dıblan’ı da unutsanız olur. Zira şu herkesin kendi “hikâyesini” hızlıca oluşturduğu dijital zamanlarda ne kadar tarihsizleşme o kadar iyidir. Çünkü herkes ancak tarihsizleşerek birtakım keşiflerde hak iddia edip, bunun hazzını yaşayabilir.

T24'den Taçlı Yazıcıoğlu'nun makalesinin tamamını okumak için tıklayın

KÜLTÜR SANAT Haberleri

Dr. Gündoğdu Mersin’de ‘sanat’ konuşacak
İyilik Korosu Adana’ya geliyor
Adana turizmi teknoloji tabanlı genç girişimcilerle gelişecek
İllegal Hayatlar: Meclis zirvedeki yerini korudu