Batı liderlikleri Erdoğan'ı nasıl bizden daha iyi tanıyorsa emperyalizm üzerine kafa yoranlarda dünya sisteminin lider ülkesi olan ABD'nin stratejilerini o kadar yakından tanıyor. Bu strateji her zaman Avrupa'yı ya doğrudan kendine tabi kılmaya veya nispeten daha önemli bir statü tanıyarak diğer hegemonya adaylarının karşısına ittifak halinde çıkmaya dayalıdır. Soğuk Savaş sırasında ABD savaşın yarattığı tahribatı ve anti komünizm paranoyasını kullanarak Avrupa'yı yanında tutma hedefine çok rahat ulaşmıştı. Asıl stratejik mesele Sovyetler ile Çin arasındaki yakınlaşmayı önlemekti. Arada sorunlar çıksa da iki ülke dostluk ve işbirliğini 60'ların başına kadar devam ettirebildi. Ancak bu ülkeler enternasyonal olmaktan tamamen uzak bir ‘milli komünizm’ siyasetine sahip olduklarından, ulusal bencilliklerin bu ülkeleri karşı karşıya getirme ihtimali de yüksekti. Sınır sorunları, bölgesel ve küresel düzeyde yaşanılan rekabet iki ülkeyi 60'ların başında savaşın eşiğine getirdi. Bu ilişkiyi dikkatle takip ettiği gibi, elindeki bütün araçlarla da kışkırtan ABD nihai hamleyi 1972 yılında Nixon'un Çin ziyareti ile gerçekleştirdi. Bu ziyaret Sovyetler ile Çin arasındaki köprülerin atılmasına neden oldu.
ABD hegemonyası büyük bir bunalımın içinden geçiyor. Dünyanın geleceği ABD'nin hegemonik gerileyişinin nasıl sonuçlanacağına bağlı. ABD bu gerileyişi kabullenerek ya kendini diğer aktörlerle eşitlemeyi öğrenecek ya da önüne geçmek için elindeki araçlara asılarak dünyayı yaşanılmaz bir yer haline getirecek. Bugüne kadar ki hegemonya değişimleri sancısız gerçekleşmedi. Gidişat ABD’nin gerileyişi kabullenmek bir yana tüm imkanlarıyla tersine çevirmek için çabaladığını gösteriyor. ABD liderlikleri gerileyişin önüne geçebilmek için değişik stratejiler takip ediyor.
11 Eylül şokunu Amerikan tek yanlılığı için bir fırsata çevirmek isteyen oğul Bush, imparatorluk özentisi içinde tek yanlılığın sınırlarını sonuna kadar zorladı. İmparatorluk refleksleri bile gerileyişi durduramadı ve Irak bataklığına saplanmakla sonuçlandı. Obama ortaklarına daha fazla alan açan bir projeyle geldi ve başarılı olamadan gitti. Trump ise Amerikan izolasyonizminin sınırlarını sonuna kadar zorlayan bir tüccar gibi davrandı. Amerikan yönetici sınıfı Sanders'in alternatif olmasının önünü son anda keserek has adamı Biden'ı getirdi. Biden Obama döneminin politikalarını rötuşlayarak yola devam ediyor. Dışişleri’ndeki isimlerin pek çoğu o dönemden kalma.
Biden gelir gelmez iki değişiklik yaptı. İlki otoriter rejimler karşısında demokrasi bayrağını yeniden ele geçirmekti. Diğeri ise Çin'e yönelmeden önce Rusya'yı sıkıştırarak kıpırdayamaz hale getirmek. Biden iktidardaki ilk yılının sonunda bir dünya demokrasi konferansı gerçekleştirdi, ama beklenen ilgi yaratılamadı. Şimdi Madrid zirvesinin sonuç bildirgesinde de demokrasi vurgusu yapılıyor. Otoriter rejimlerin pan zehiri olarak demokrasiye sığınılıyor. Ama Nato içinde demokrasiyi askıya almış, otoriterleşmenin dozunu arttırmış rejimlerin sayısı o kadar çok ki... Macaristan, Polanya, Türkiye, Bulgaristan, Romanya gibi ülkelerin sayısı daha da arttırılabilir. Yükselen faşist ve radikal sağ hareketleri saymıyoruz. Bizzat ABD'de faşist güçler kongre binasını basabilecek güce ulaştı. Bu nedenle tıpkı soğuk savaş döneminde olduğu gibi demokrasi telkinlere uymayan, yola gelmeyen rejimlere karşı kullanılacak bir sopa aslında.
Bir önceki yazıda belirttiğimiz gibi Madrid zirvesi sonuç bildirgesi Rusya'yı doğrudan tehdit Çin'i ise dolaylı tehdit olarak tanımladı. Nato'nun ve ABD'nin asıl meselesi Çin ile. ABD gerileyen hegemonik gücü asıl rakip olarak Çin'i görüyor ve liderliğini de gönüllü olarak bırakmaya yanaşmıyor. Eşitlenmeyi, geri çekilmeyi kabullenmeyen ABD manevralar yaparak bunun önüne geçmek istiyor. O nedenle üçüncü dünya savaşı riski insanlığın önünde bir seçenek olarak duruyor. Her şey Çin'in bu gelişmeleri nasıl okuyacağına bağlı. Önceki değişimler ya savaşla sonuçlandı ya da Britanya örneğinde olduğu gibi çok fazla ortaklıkları olan iki ulus bu değişimi nispeten sancısız gerçekleştirdi.
Dünya sistemi kuramcılarının önde gelenlerinden birisi olan ve ' Adam Smith Pekin'de-21.yüzyılın soykütüğü ' başlıklı Çin üzerine bir kitap da yazan Giovanni Arrighi, David Harvey'in kendisiyle yaptığı ' sermayenin dolambaçlı yolları ' başlığını taşıyan söyleşide, Çin'in bugüne kadar örneğine pek rastlanmayan bir hegemonya stratejisi izlediğini söylüyor. Arrighi kesin bir netlik içinde ABD hegemonyasının sonunun geldiğini asıl mühim olanın bu el değiştirmenin savaşsız gerçekleşmesini sağlamak olduğunu hatırlatıyor.
Arrighi'ye göre ' gelecek belirsiz ve hatta tekizsiz.' Çin askeri güce baş vurmaktan kaçınarak ticarete ve üretime yüklenerek gücünü azamileştirmek istiyor. Bu tercih Çin'i savaşların olmadığı, sermayenin akışkanlığının sekteye uğramadığı, içe kapanmanın değil küreselleşmenin egemen olduğu bir dünya tercihine yönlendiriyor. Çin böylesi bir durumu iki nedenle seçiyor. İlki dışarıya çok yansımasa da Çin yoğun iç sorunlarla boğuşuyor. Kalabalık nüfusu aşırı bir demografik hareketlilik içinde bulunuyor. Kırlar boşalıyor, kırsal komünler dağılıyor, tarım piyasaya açılıyor ve bunlara bir proleterleşme dalgası eşlik ediyor. Kıyı şeridinde devasa kentler kuruluyor. Tüm bunlar beraberinde yoğun sınıf mücadelelerini getiriyor. Ancak dikkatli gözlemciler bu gelişmeleri fark edebiliyor. Çin yönetici sınıfı sınıf mücadelelerini bastırmak veya absorbe edebilmek için kesintisiz büyümek gerektiğinin farkında ve ilgisini de bu alana kaydırmak istiyor.
Çin önceki hegemonlardan farklı olarak askeri kapasite üzerinden değil üretimden ve tedarik zincirlerindeki rolünden güç sağlamak istiyor. Savaş bu hedeflerin önündeki en büyük engel. Savaş üretime ayrılacak kaynakların silaha, tedarik zincirlerinin ise kopmasına sebebiyet verir. Tarih boyunca yoğun köylü isyanları yaşamış, isyanlar sonucunda hanedan değişimleri gerçekleşmiş bu devasa ülkenin hakim sınıfları bunlardan kaçınmak için tedbiri elden bırakmamak gerektiğinin ayrımında.
Çin modeli herkesin dikkatini çekiyor. 50'lili yıllar ABD modeli dünya çapında yaygınlaşmıştı ve herkes ona öykünmeye heves ediyordu. Küresel ligde daha üst sıralara sıçramak isteyen ülkeler ise şimdilerde Çin'e özenmeye çalışıyor. Çin'in başarısı daha fazla merak ediliyor. Bütün bunlarda Çin'in yumuşak gücüne katkı sağlıyor. Ancak her şey Çin'in arzusuna göre gerçekleşmeyebilir. Binlerce yıl dünyaya kapalı yaşayan orta krallık dünya kapitalizminin çevrimine isteksiz girmek zorunda kalmıştı. Batılı güçlerin işgali ile Japon işgalleri birbirini takip etti.
ABD'nin hegemonyasını gönüllü biçimde terk etmekten kaçınması Çin'i büyük sınamalarla karşı karşıya bırakıyor. ABD'nin Çin'e karşı izlediği stratejiye karşı çıkan istisnai isimlerden biri olan Kissenger, Çin'in binlerce yıllık deneyimden süzülen zekası ile ABD senaryolarını boşa çıkaracağını söyleyerek, gerilimi tırmandırmaktan vaz geçilmesini öneriyor. Madrid sonuç bildirisi ABD liderliğinin Nato'yu da arkasına alarak Çin ile büyük bir hesaplaşamaya hazırlandığının işaretini veriyor. Nixon'ı Çin'e gitmeye Kissenger ikna etmişti. O bile olan bitenden rahatsız ise dünya Arrighi'nin dediği gibi ' tekizsiz ' bir yere doğru koşar adım gidiyor.