Lukacs'a Giriş (2)

Hacı Hüseyin Kılınç

Lukacs'ı dönemselleştirmek fevkalade güçtür. Bu güçlük her şeyden önce filozofun yaşamının uzunluğundan kaynaklanır. Lukacs 1885'de daha Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ayakta Habsburg sülalesi İmparatorluğu çekip çevirmekte iken dünyaya geldi. Dünyaya geldiğinde yaşlı Avrupa kıtasındaki imparatorluklar çatırdamakla birlikte henüz ayakta idiler. Lukacs sonradan burjuvalaşmış ve Macar burjuvazisi içinde etkili konumlar edinmiş Musevi bir ailenin çocuğuydu. Babası Szeged kentinde yaşayan Yahudi küçük bir esnaf ailesine mensuptu. İmparatorlukta Yahudilerin önünü açan toplumsal düzenlemeler sonucunda babası Budapeşte'nin en önemli bankasının genel müdürlüğüne kadar yükselecekti. Annesi ise Viyana'nın en köklü ve varlıklı Yahudi ailelerinden birine mensuptu. Evde çift dillilik hakimdi. Babadan dolayı Macarca anne tarafından dolayı da Viyana Almancası konuşuluyordu. Ayrıca zengin bir burjuva ailesinin çocuğu olarak mürebbiyeler eşliğinde büyüdüğünden evde Fransızca ve İngilizce özel derslerde alıyordu. Özel olarak müzikle de ilgileniyor ve 20.yüzyılın en büyük bestecilerinden olan Bela Bartok müzik hocasıydı. Yani Lukacs dünyaya zengin, çok kültürlü, rafine bir burjuva yaşamı içinde gözlerini açtı. Lukacs'ın bütün bir hayatına yayılacak olan kapitalizme duyduğu romantik yıkıcılığın altında böylesi bir sınıfsal zemin bulunmaktadır. 

Lukacs 1971 yılında dünyaya gözlerini kapattı. Hayata veda ettiğinde son büyük yapıtı olan 'toplumsal varlığın ontolojisi' üzerinde çalışmaya devam ediyordu. Bu yapıt henüz tamamlanmış değildi. Geride iki bin sayfalık bir taslak metin kalmıştı. Lucaks'ın geride bıraktığı en büyük felsefi miras bu yapıtın içinde toplanmıştı. Lukacs hiçbir zaman Batı'ya sığınmayı düşünmedi. Eline sayısız fırsat geçtiği halde buna yanaşmadı. Onunla röportaj yapanlar Tuna nehrine bakan bir dairede, Hegel ciltleri arasında yaşayan küçük bir adam olarak izlenimlerini aktarırlar. Frankfurt okulu üyeleri gibi faşizm Avrupa'ya çöktüğünde ABD'ye göç etmedi. Bu dönemin tamamını Moskova'da geçirmeyi tercih etti. 

Frakfurtçuların  çoğunluğu da yüksek burjuva ailelerine mensuptu. Adorno'nun babası şarap tüccarı annesi bir piyano sanatçısıydı. Sonradan içlerinde en fazla zorluk yaşayacak ve okulun gönderdiği aylık destek ile bıçak sırtı bir hayat sürecek olan Benjamin dahi zengin bir burjuva ailenin oğlu olarak dünyaya gözlerini açmıştı. Okul zengin bir iş adamının himayesinde kurulmuştu. Yöneticisi olan Horkheimer okulun fonlarını iyi değerlendirmiş ve tam zamanında Almanya'dan ayrılmışlardı. 

Frankfurt Okulu ikinci dünya savaşını Amerika'da geçirdi. Her biri yüksek Avrupa kültürü içinde doğmuş olan düşünürler için pragmatizmin bir yaşam felsefesine dönüştüğü Amerika'da soluk alıp vermek elbette zordu. Kitle kültürüne, caz kulüplerine, anketçiliğe indirgenmiş bir sosyolojiye tahammül etmekte kuşkusuz zorlanmışlardı. Marcuse orada kalmayı tercih etti ve Avrupa'ya dönmeye yanaşmadı. Okulun asıl ikilisi olan Horkheimer ile Adorno savaş biter bitmez enkaz halinde kalmış olan Almanya'ya dönmeyi tercih ettiler. Her birine kürsüler ayarlandı, okulun faaliyetlerini devam ettirmesi için tahsisatlar çıkartıldı. 

Avrupa'yı terk etmeyen, edemeyen ve bir türlü de kopamayan Benjamin'di. Büyük yapıtı Pasajları tamamlaması için Paris'de kalması gerekiyordu. Çünkü ömrünü verdiği Pasajları tamamlamak hayatının yegane gayesi haline gelmişti. Peşinde Gestapo vardı. Almanlar Paris'i ele geçirmiş kukla Vichy rejimi Nazilerle işbirliği yapıyordu. Benjamin mucize eseri Paris'ten çıkabildi. Çömezi ve arkadaşı Gerhard Scholem'in Filistin'e gelme tekliflerini de hep reddetmiş ve Scholem'i hep oyalamıştı. İsrail devleti henüz kurulmamıştı ve Yahudiler Nazi zulmünden kaçmak için can havliyle Filistin'e sığınıyorlardı. Ölüm Benjamin'i Port Bau'da bir sınır kasabasında yakaladı. Karşısında sonsuz maviliği içinde Akdeniz duruyordu. İspanya'ya geçebilmek için Pireneler'i aşması gerekiyordu. Sınır polisi geçişleri o gün kapattı. Büyük umutsuzluk ve yorgunluk içindeki melankolik Benjamin yakalanmamak için yanında taşıdığı siyanürü içerek yaşamına son verdi. Ertesi gün İspanyol sınır polisi kafileye geçiş izni vermişti. 

Horkheimer ve Adorno kürsü sahibi olup çalışmalarına devam ettiler. Okulun ikinci kuşağı olan ki en önemlisi Habermas asistanları oldu. Horkheimer Marksizmden çok erken koptu. Metafizik ve mistik düşüncelere savruldu. Adorno ise bir devrimden umudunu kesmiş vaziyette negatif diyalektiği her defasında keskinleştirerek kurtuluş ümidine kapı aralamayan bir kapitalizm eleştirisine devam etti. Bu arada ikinci savaş sonrası Doğu'da kalmayı tercih eden ütopyanın ve umudun filozofu Ernst Bloch'da Batı'ya mitili attı. 68 Devrimi Batıdaki hakim düzeni sallarken, öğrenciler cari eğitimi reddedip hiyerarşiye dayanmayan bir eğitimi savunurken, okullar ve kürsüler işgal edilirken Adorno hiçbir şey olmamış gibi derslerine devam etmek istiyordu. Öğrenciler Adorno'nun anfisini basıp ders vermesini engellediler. Eylem zamanı geldiğinde negatif diyalektik praksisin uzağına düşmüştü. Marcuse ise Amerika'daki radikal öğrenci ve gençlik hareketi için bir mit haline gelmişti. Marksizm ile psikanaliz arasında kurduğu bağ hem bilinci hem de bilinç altını özgürleştirmeyi hedefliyordu. 

Lukacs'ı Moskova'da bırakmıştık sonraki yazıda oraya dönelim.