Perry Anderson 70’lerin ortasında Batı Marksizminin 20.yüzyıldaki bilançosunu çıkartmaya dönük uzun bir inceleme kaleme aldı. Bu yazı daha sonra kitap haline de getirildi. Anderson Batı Marksizminin temel eğilimlerini, ilgi alanlarındaki değişimleri ve kuruluş dönemi ile bu dönem arasındaki yapısal farklılıkları anlamaya çalışıyordu. Avrupa’nın üç diline Fransızca, Almanca ve İtalyancaya hakimiyeti nedeni ile karşılaştırmalar yapmaktan da kaçınmıyordu. Her ülkede ortaya çıkmış Marksist ekollere özel bir dikkat gösteriyordu. Ekollerle genel eğilimler arasında mekik dokuyor ve önemli sonuçlara varıyordu.
Anderson’a göre Lenin sonrası Marksizmin en önemli özelliği politikaya olan mesafeydi. 20.yüzyıl Batı Marksizminin en belirleyici karakteristiği politikaya yani iktidar meselesine yaklaşımındaki uzaklıktır. Bu yaklaşım ilgi alanlarını da belirlemiştir. Lenin ve öncesi kuşakların en önemli özelliklerinden biri iktidar mücadelesinin doğrudan içinde yer alıyor oluşlarıydı. Anderson 20.yüzyıl Marksizmi için biricik istisnanın Trotskiy olduğunu söyler. 1879 doğumlu Trostkiy’i hangi kuşağa yerleştireceği konusunda tereddüt yaşar. Trotskiy hem Lenin’in de içinde olduğu kuşağa mensuptur hem de 1940’da Stalin’in bir ajanı tarafından öldürülünceye kadar sonraki kuşaklarla da yoğun bir etkileşim içinde bulunmuştur. Trostkiy’in Devrimci Marksist mirasının ayakta kalması, yaşatılması ve gelecek kuşaklara aktarılması konusundaki üstün gayretlerinin altını Anderson özenle çizer.
Anderson’a göre Rus devriminin etkisiyle başlayan ve tüm Avrupa’yı neredeyse etkisi altına alan devrimci dalganın yenilgiyle sonuçlanması Batı Marksizmine rengini vermiştir. Alman, Macar devrimlerinin yenilgisi ayakta kalan tek devrimin Rusların ki olması onları bu konuda manevi bir otorite haline getirmiştir. Uluslarası meselelerde, strateji ve taktik konularında Komünist Enternasyonal son sözü söylemeye başlamıştır. Tek ülkede sosyalizmin kabulü ile birlikte Sovyet ülkesini yaşatma ve ayakta tutma prensibi her şeyi belirler hale gelmiştir. Ortaya çıkan devrimci durumlar ve imkanlar bu ilkenin ağırlığı nedeniyle değerlendirilememiştir.
Batı Marksizmini belirleyen özellik ilgi alanlarındaki değişimden anlaşılabilir. Lenin ve dahil olduğu kuşak için temel ilgi alanları ekonomi politik ve devlet analizleri olmuştu. Ekonomi politik sayesinde kapitalizmdeki niteliksel değişimler saptanıyor ve böylesi bir nesnellik karşısında iktidarın fethinin düğüm noktası olan devlet tahlillerine ağırlık veriliyordu. Felsefe, ideoloji ve kültür alanları ikincil düzeyde kalıyordu. Her biri önemli partilerin aynı zamanda lideri de olan Marksistler için öncelikli mesele egemen sınıfların elindeki iktidarın işçi sınıfının başını çektiği bir devrimle alınmasında düğümleniyordu. Bu nedenlerle strateji tartışmaları uluslarası gündemi meşgul eden en önemli tartışma başlıklarındandı. Tartışmalar uluslarası düzeyde sürdürülüyordu. Bernstein’ın başlattığı reformizm tartışması sadece Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin bir iç meselesi değildi.
Anderson Lenin sonrası Marksizmi belirleyen en önemli parametrenin ekonomi politik ve devlet analizlerinden uzaklaşma olduğunu saptar. İlgi alanları üst yapı kurumlarının analizine kaymıştır. Felsefe, ideoloji ve kültür temel ilgi alanları haline gelmiştir. Batı Marksizmi içinde bunun yegane istisnası Anderson’a göre Gramsci’dir. Alman, Macar devrimlerinin yenilgisi ve düşünürün bizzat içinde yer aldığı İtalyan fabrika komitesi deneyimleri Gramsci’yi devrimlerin yenilgiye uğramasının ardındaki yapısal nedenleri anlamaya yöneltmiştir. Hapishane Defterleri hep bu sorunsallar etrafında döner. Gramsci Lenin kuşağı ile Batı Marksizmi arasındaki ana halka da sayılabilir. Strateji meseleleri ile yoğun biçimde uğraşan Gramsci ideoloji ve kültürün strateji ile olan yakın bağlarını da ihmal etmemişti.
Anderson’a göre Batı Marksizmi diye bir şeyden bahsedilecekse kurucusu asli olarak Lukacs’dır. Lukacs’ın 1921’de yayımlanan ‘ Tarih ve Sınıf Bilinci ‘ isimli eseri Batı Marksizmine damgasını vurmuştur. Marx’ın nihai darbeyi indirdiğine inanılan felsefe Lukacs’la birlikte eski itibarına yeniden kavuşmuştur. Marx felsefeyi soyutluktan, tek yanlılıktan, başı hülyalarda dolaşan gizeminden arındırmak için ciddi bir darbe indirmişti. Aslolan eylemdi, değiştirmekti kısaca praksisti. Felsefe idealine kendi soyutluğu, tek yanlılığı ile ulaşamazdı. Bu türden tüm çabalar spekülatif kalacak, gevezelikten başka bir şey olmayacaktı. Felsefenin özlemini duyduğu özne-nesne özdeşleşliğini sağlayacak bir kuvvete ihtiyaç vardı.
Bu kuvvet ne bir dahi olan Hegel’in Tini ne de onun bazı tilmizlerinin gördüğü felsefi rüyalar olabilirdi. Bu kuvvet kendinin inkarı ile birlikte tüm sınıfları da ortadan kaldırabilecek yeni bir özne olabilirdi ancak. Bu özne ne bir mesih ne de felsefi bir tindi. Kapitalizmin bizzat kendisinin ürünü olan ve onun varlığına son verirken kendi varlığını da inkar ederek sonlandıracak proletarya idi. Düşüncenin hayalini gerçekleştirmesi için maddesine maddenin de işini nihayete vardırabilmesi için felsefeye ihtiyacı vardı. Ancak felsefe kendi idealini gerçekleştirirken varlığına da son verecektir. Marx’a göre bu felsefenin inkarı, yok sayılması demek değildi olsa olsa aşılmasıydı. Daha doktora tezi sırasında bu ayrımın farkına varmış ‘ dünyanın oluş-halindeki felsefesi aynı zamanda felsefenin oluş halindeki dünyasıdır, gerçekleşmesi aynı zamanda yok oluşudur ‘ demişti. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı’da ise ‘ proletarya ortadan kaldırılmadan felsefe gerçekleştirilemez, felsefe gerçekleştirilmeden proletarya ortadan kaldırılamaz ‘ diyecekti. Bu düşünceler Marx’da dağınık halde kaldı. Gençlik yıllarının dışında Marx felsefeyle özel olarak ilgilenmedi. Hegel’e hep yeniden, tekrar tekrar döndü, ama bu dönüşleri felsefi değildi. Yöntemi kavramaya, sunuşu kusursuzlaştırmaya dönük dönüşlerdi.