Emekliler, lotaryacıların önünde bekleşen müşterilere dönüştürüldü.
Etraf kirliyse, bu emeklinin ağzının suyundan değil, siyasetin niteliksizliğindendir.
İlk kez kendimi, bir emekli olarak ödül listesine dahil edilmiş eşya olarak gördüm.
Esasında sadece “Kendim” eşya listesine konmuş olsaydım, belki de kaderime küser bir köşeye çekilirdim. Eşya olarak listelenen “şahsım” değil emeklilik sıfatım…
Türkçe meali; Emekliler, lotaryacıların ödül olarak sunduğu eşyalara dönüştürüldü. Üstelik utanmadan… Anlatayım efendim.
İlk lotaryayı gördüğümde henüz on yedi yaşındaydım.
Mersin Emirgan Aile Çay Bahçesi’ni işletiyorduk. Bir adam geldi, bahçeyi bana her gün üç saat kiraya verin dedi. Ne yapacaksın diye sorduk. “Ben lotaryacıyım” dedi. Hepimiz haaa, çektik ama hiç birimiz lotaryanın ne olduğunu bilmiyorduk.
“Lotaryacı” diye kocaman harflerle yazılı branda ile örtülmüş bir kamyon kasası… Hiç birimiz, cehaleti üstlenip, “Lotarya ne?” demedik, bahçeyi üç saatliğine kiraya verdik. (Şüphesiz babam biliyordu)
Akşam oldu brandalar açıldı. Aman Tanrım, Sadece “her genç kızın rüyası” değil, genç, yaşlı, çoluk çocuk herkesin hayalini süsleyen elektronik araçlar ortaya çıktı. Hem de bir kamyon dolusu.
Buzdolabı, çamaşır makinesi, vantilatör, ütü… O zamanlar, NASA Uzay Üssü’nde üretilmiş roketler hariç ne ararsanız var. Bir tarafta da, ambalaj içinde makarnalar ve şarap şişeleri…
Teknoloji ile henüz haşır neşir olmadığımız yıllar. Bir aletin üzeri nikelajlı ise ve bir de elektrik kordonu varsa… Bitti işte. Mutlaka ilk kez gördüğümüz bir teknoloji harikasıdır.
Job tıraş bıçağını tezgâhtan almaya alışkın olan biz henüz, elektrikli tıraş makinesi bile görmemişiz.
Ben de heyecanla izliyorum: “Du bakali ne olacak?” (*)
Adam, tam profesyonel işportacı gibi biletleri sattı. İnsanlara, buzdolabı, çamaşır makinesi, ütü gibi şeyler vaat ediyor. İnsanların gözleri önüne serilmiş nikelajlı tencerelerden daha çok parlıyor. Hakikaten bütün eşyalar çoğu insanın rüyası…
Düşünüyorum da o zaman herkese bir buzdolabı verilseydi, halkın yarısının evinde elektrik yoktu.
Biletler bitti, paralar tahsil edildi. Çekiliş yapıldı ve kazanan üç zarftan birini çekti. İçinde ne yazılıysa onu alacak. Zarfta ne yazıldığını sadece lotaryacı biliyor. Başladı:
“Bu zarftakini boş ver, sana bir düdüklü tencere vereyim….”
“Olmaaaaz!
Bir de etrafın tezahüratı: “Alma! Alma!” sanki kendi malını bağışlıyor.
Velhasıl, müşterinin psikolojisi ile dalga geçerek lotaryacı, her defasında bir parça yükselterek vaatlerde bulunur:
“Sana bir düdüklü tencere, üzerine de bir paket makarna…”
“Haydi olmadı, bir şişe de şarap vereyim,.. İçer içer eğlenirsin…”
“Peki, madem kabul etmiyorsun, bir elektrikli ütüüüü…”
Sonuç ne olursa olsun, daima müşteri kaybederdi…
*
Arası yarım asır geçti. Şimdi bir emekli olarak kendimi lotaryacıların ödül listesine koyduğu eşya gibi görüyorum…
“Gel, bana gel… Seni şu kadar günde emekli edeceğim…”
“O kadar zaman olur mu ben gün ve yılı azaltıyorum… Refah bende… bana gel…”
“Tamam, ulan, ben iki bin lira bayram ikramiyesi…”
“Ya öyle mi? Al sana bir asgari ücret bayram ikramiyesi…”
Biz emekliler de lotaryacıların önünde bekleşen müşteriler gibi, verilen vaatlere ağzımızın suyu akmış dinliyoruz…
Etraf ağzımızın suyundan değil, niteliksiz siyasetin yıvışıklığından kirlenmiş durumdadır.
(*) Aziz Nesin’in ünlü bir hikâyesinin adı..