Türkiye’de hiçbir gücün devletten destek almaksızın linç, provokasyon veya pogrom denemelerinde bulunabilmesi mümkün değildir. Lümpen unsurların sokakları kendi başlarına hareketlendirme ihtimalleri yoktur. Devlet sırtlarını sıvazlamadan, işaret vermeden harekete geçemezler. Linçci güruhlar daima olmuştur. Bunların varlığı sokakları harekete geçirmeye yeterlidir. Ama devlet katlarından destek ve himaye görmeksizin kıllarını kıpırdatamazlar. Çünkü devlet onlara cezasızlık garantisi verir. Devletin onay ve teşviki ile gerçekleşen eylemlerde cezasızlık kültürü hâkimdir. Lümpenler bunun bilinciyle davranır. Devletin kirli işlerini üstlenmek bu kesimlere çeşitli avantajlar sağlar. Sırtını devlete yaslamanın verdiği özgüvenle özel ayrıcalıklara sahip olurlar. Devlet hukuksuzluklarına göz yumar ve ‘bizim çocuklar’ diyerek sırtlarını sıvazlar. Yüzyıllara yayılan bir yönetim teknolojisidir bu.
En son Kayseri’de Suriyeli sığınmacılara yönelik linç girişimi de bundan muaf değildir. Kalıplar her yerde aynıdır. Güruh, toplumun en hassas noktasından kışkırtılarak harekete geçirilir. Suriyeli birisi küçük bir kız çocuğuna cinsel istismarda bulunur ve bunu duyan ahali Suriyelilerin olduğu mahallelere yönelir. Önüne gelen her şeyi yakar-yıkar ve zor sakinleşir. Valilik resmi bir açıklama ile çocuğun Türk olmadığını, onunda bir Suriyeli olduğunu ilan ederek güruhu sakinleştirir. Çoğunlukla, linçci güruh arasında sığınmacı nefreti dolayısıyla kolayca bir duygusal bağ kurulur. Sokağa çıkan güruh aslında çoğunluğun duygularına tercüman olmaktadır. Çünkü çoğunlukta sığınmacılara, yabancılara ve göçmenlere karşı aynı nefret duygusuna sahiptir. Toplumu galeyana getirmek ve linçci güruhu sahaya sürmek hiç de zor değildir. Ortam önceden hazırlanmıştır. Tarla çok önceden sürülmüştür. Galeyana gelmeyenlere sözel ve fiziksel şiddet uygulanır. Linç psikolojisi birden egemen psikoloji haline gelir. Hiçbir şey tesadüf değildir aslında.
Kayseri olayı da öncekiler gibi saman alevi gibi yandı ve söndü. Toprağın ne kadar mümbit ve kıvama gelmiş olduğu test edildi. Olaylar orta Anadolu’nun muhafazakârlığıyla bilinen bu kentiyle de sınırlı kalmadı. Başka kentlere de sirayet etti. Sokaklarda Suriyeli avına çıkmış çetelere rastlandı. İzmir’de tek başına yakaladıkları bir Suriyeli genci katlettiler. Kayseri olayları sonrasında ülke genelinde 473 kişinin gözaltına alındı. Bunlardan yarısının adli sicillerinde cinsel istismar, hırsızlık ve yağma gibi suçlardan kayıtlar bulunduğu açıklandı. Bu bilgiler amacın üzüm yemek olmadığını net bir biçimde ortaya seriyor. Linçci güruh kendiliğinden bir dürtü ile ortaya çıkmıyor. Çünkü aynı utancın altına imza atmış biri kendi başına harekete geçemez. Yakasına yapışıldığında nutku tutulur. Utanmanın ötesine geçmek için sırtınızı bir yerlere yaslamış olmanız gerekir. Pişkinlik ve alçaklık, gücünü ancak dokunulmazlıktan alır. Bu işe bulaştığında kınanmak bir yana büyüklerinden bir aferin alacağını iyi bilir.
6-7 Eylül olaylarının bir devlet organizasyonu olduğunu 50 yıl sonra öğrenebilmiştik. Atatürk’ün Selanik’te doğduğu evin kundaklandığı gazetelerin akşam baskıları ile duyurulmuş ve linçci güruhlar Beyoğlu’ndaki İstiklal caddesinde terör estirmeye başlamıştı. Başta Rum kökenli vatandaşlarımız olmak üzere gayrı-Müslimlere ait tüm işyerleri ve mağazalar yağmalanmıştı. Bu güruh gayrı-Müslim olduğunu zannettiği kişilerin yolunu çevirmiş, aksanından öyle olduğunu zannettiklerini linç etmiş ve mallarına çökmüştü. Olay ertesi gün Adalardan başlayarak tüm İstanbul’a yayılmıştı. Şişli, Nişantaşı ve Taksim gibi bu vatandaşlarımızın yoğun yaşadığı mahallelerde ev baskınları yapmaya bile cüret etmişlerdi. Bu süre zarfında kamu huzurunu sağlamakla görevli olan kolluk kılını bile kıpırdatmamıştı. Bu kayıtsızlık pogromun en yukarıdan planlandığını gösteriyordu. Kıvılcım, Kıbrıs hadiseleri nedeniyle yakılmıştı. Londra’da devam eden görüşmeler resmen provoke edilmişti. İki toplumun birleşik bir devlet çatısı altında yaşama imkânı tahrip edilmeye çalışılmıştı. Rum çetelerinin karşısına Türk Mukavemet Gücü denilen ve bizzat genelkurmay tarafından kurdurulan bir başka gayrinizami harp unsuru ile çıkılmıştı. Denktaş da bu yapının elemanıydı.
Aradan 50 yıl geçtikten sonra biz faniler Selanik’teki sabotajın bir kontrgerilla faaliyeti olduğunu öğrenecektik. Gazetelerde sabotajı bir EOKA militanının gerçekleştirdiği yalanı ortaya atılmıştı. EOKA Kıbrıs’ın tamamının Rumlara ait olduğunu ileri süren bir örgüttü. Sabotajın kontrgerilla işi olduğunu Kıbrıs’ta Türk askerinin başında da bulunmuş emekli orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu ifşa etti. Üstelik bunu utanarak değil öğünerek anlattı. Daha nice işlerin altına imza attıklarını gururla söylüyordu. Çünkü burada ‘devlet için kurşun atan da yiyen de muteber kişi’ sayılırdı. Yaptığı işin hukuk dışı, illegal olmasının bir ehemmiyeti yoktu. Bunu söyleyen deneyimsiz bir başbakandı hadi. Ama ayrıca ABD vatandaşıydı ve servetinin büyük bölümü de bu ülkedeydi. Çifte vatandaş olan birinin başbakan olması da utandırmadı kimseyi. Şimdi ardından gözyaşları dökülen ve laik orta sınıfların özlemle andıkları Demirel de Cumhurbaşkanıydı ve ‘devletin gerektiğinde rutin dışına çıkabileceğini’ söylüyordu.
Yazı madem uzuyor bir anekdot ile bitirelim. Yine bir linç vakası olsun. İkinci dünya savaşında uzun süre kararsızlık politikası izleyerek zikzaklar yapan milli şef, en sonunda savaşın ABD’nin liderliğini yaptığı ittifak tarafından kazanılacağını anlayınca, direksiyonu buraya bükmeye karar vermişti. Sırtını yaslayacağı güçlerden gerekli ilgi ile desteği görebilmek için solcu avı başlatmıştı. Hitlerin kazanacağını zannettiği zaman Turancılara koltuk çıkmış, ancak Sovyetler Stalingrad önlerinde Nazileri bozguna uğrattığında hemen saf değiştirmişti. Bir dönem araka çıktıklarını Harbiye’deki tabutluklara göndermişti. ABD ve müttefiklerinin ilgisine mazhar olmak için gericiliği harekete geçirmiş solun üzerine salmıştı. Sertellere ait matbaa ve gazeteler linçci güruhlar tarafından yakılarak tahrip edildi. Bunun için üniversite talebeleri harekete geçirilmişti ve içlerinde Demirel, Özal ve Recai Kutan gibi ileride sağ iktidarların başına gelecek kişiler de vardı. Ama şaşırmayın içlerinde laik orta sınıfların guru sayacakları İlhan ve Turhan Selçuk kardeşlerde vardı.
İleride sağın ve solun en önünde yer alacak kişiler bir linç eyleminde yan yana getirilmişlerdi. Üstelik Sertellerin komünizm ile ilgileri de yoktu. Zekeriya Sertel, İttihat ve Terakki Partisi’nin iktidar yıllarında Dâhiliye Nazırlığına bağlı Muhacirin servisinde nüfus mühendisliği yapmış biriydi. Bağlı olduğu dairenin başındaki kişi tek parti döneminde en uzun süreli İçişleri Bakanlığını yapacak olan Şükrü Kaya’ydı. Bu dönemin nüfus ve iskân politikalarını çalışmış olan Fuat Dündar’a göre sahte isimlerle Kürtlerin Türk olduğunu ispatlamaya çalışan kitaplar bile yazmıştı. Tek parti döneminde İttihatçılıktan uzaklaşmış bir liberale dönüşmüştü. Amerikan magazin anlayışını Türk basınına taşımıştı. Demokrat Parti listelerinden bağımsız milletvekili adayı olmuştu. Ama Tan matbaasının yakılıp yıkılmasına ve ABD’ye bakın ‘solcu ve ilericileri rahat bırakmıyoruz’ mesajı verilmeye ihtiyaç vardı. Devletin elinde harekete geçireceği yeteri kadar unsur vardı. Bunlar bazan üniversite talebesi bazan da lümpenlerden olurdu. Devletin devlet adabına yakıştıramayacağı işlerini görecek birileri her zaman bulunurdu. Yasallık ile hukuk dışılık arasındaki sınır çok geçirgendi. Kayseri olaylarının verdiği mesaja bir sonraki yazıda bakalım.