Edebi kahramanların çok azı La Mancha’lı Don Quıjote’un tanınmışlık düzeyine erişebilmiştir. Kahramanımız bugün hem dünya edebiyatının hem de kültürünün ayrılmaz bir parçası olmuştur. Salt bir edebi kahraman olmanın çok ötelerine uzanarak halk söylencelerinin, deyim ve deyişlerin içine yerleşmiştir. Sadece İspanyol altın çağının ürettiği bir anlatı kahramanı olmanın sınırlarını aşarak bütün bir Latin kültürünün ve en nihayetinde dünya kültürünün köşe taşlarından biri haline gelmiştir. Edebi kahramanların çok azı böylesi bir çoğul, çok katmanlı, değişik okuma ve alımlamaların konusu olmayı başarabilmiştir. Her yüzyılın birbirinden çok farklı edebi beğenileri, akımları Don Quıjote’yi tekrar ve tekrar okuyarak birbirine taban tabana zıt neticelere ulaşmıştır.
Ne Flaubert’in sıkıcı bir taşra şehrinde kapatıldığı evde sürekli roman okuyarak kendisine kaçış çizgileri oluşturan Emma’sı ne Dostoyevski’nin Petersburg’a hukuk okumaya gelen yoksul ve yalnız Raskolnikov’u ne de bir sabah yatağından doğrulmaya çalıştığında belindeki koca kambur nedeniyle bir türlü kalkmayı başaramayan Kafka’nın Samsa’sı dünya edebiyatında onun yaratmış olduğu etkiye ulaşabilmişti. Bu nedenle Don Quıjote eşsiz, biricik ve tektir. Bloom onu Shakespeare ve Dante ile mukayese eder.
Roman Cervantes ile bu ölümsüz eserle doğmuştur. Doğumun böylesine mükemmel ve kusursuz olması da çok ilginçtir. Çünkü her doğuş üzerinde doğumun lekelerini de taşır. Don Quıjote kendinden önceki edebi türlerin etkisini taşıdığı gibi kendinden sonra sürecek olan geleneğin de kurucusudur. Gerçekçi, modern ve sonrasında post modern denilen türlerin özelliklerine romanda rastlamak mümkündür. Postmodernizm tartışmalarının yapıldığı sıralarda bazı kuramcılar ilk post modern romanın Don Ouıjote olduğunu ileri sürmüşlerdi. Kurmaca içinde kurmaca, yazarın romana dışarıdan müdahil olması, anlatı düzlemlerinin geçirgenliği, kahramanların romanın dışına çıkarak kendilerini yargılaması gibi tüm unsurlara romanda rastlamak mümkündür.
Cervantes edebiyatın başka türlerinde de şansını denemiş ve bir türlü başarılı olamamış bir yazardı. Şiirde, piyeste, tiyatro eserlerinde şansını zorlamış olmasına karşılık beklediği ilgiyi, dikkati üstüne çekememişti. Hayatı bin bir zorluk içerisinde geçmişti. Soylu sınıftan gelmediğinden vaktinin büyük bölümünü edebiyata ayıracak imkânlara da sahip değildi. Kendisine bir hami, koruyucu bulmak olanağına da ancak hayatının sonlarında kavuşabildi. İlk gençlik yıllarında İnebahtı Deniz Savaşı dâhil çeşitli savaşlara katıldı. Hakkındaki tutuklama kararı nedeniyle ülkesini terk etmek zorunda kaldığından kardeşiyle birlikte İtalya’da paralı askerlik yapmak zorunda kalmıştı. 1570 yılında Osmanlı Donanması ile Papanın himayesinde kurulan Hıristiyan Donanması arasındaki deniz savaşını Osmanlılar kaybettiler. Cervantes savaş sırasında sol kolundan yaralandı ve bir daha da bu kolunu kullanamadı. Savaş bitip ülkesine dönerken bulundukları kadırga Berberi korsanların saldırısına uğradı ve esir alındı. Cezayir kentinde tam beş yıl esaret altında yaşadı. Dört kaçma girişiminin hepsinde de başarısız oldu.
Yukarıdaki bilgileri bu ölümsüz eserin yaratıcısının kişiliğinin daha iyi anlaşılması için verdik. Saraylarda büyümeyen, o tür yerlere yükselme umudu her defasında fiyasko ile sonuçlanan biri Cervantes. Paralı askerlik, vergi tahsildarlığı, maliye komiserliği, muhasebecilik gibi birbirinden çok farklı işlerle iştigal etmiş. Bulaştığı işler, hakkındaki iddialar ve özel yaşantısı düşünüldüğünde bünyesinde birbirine zıt özellikleri, çelişkileri barındıran birisi. Kumarbazlığı, yalancılığı ve zamparalığı da cabası. Bu yönleriyle Dostoyevski’ye de çok benziyor. Zıtların arasında var olmaya, uçlarda gezinmeye, yasallığın sıkça dışına çıkmaya yatkın özelliklere sahip. Kilise ile de arası iyi değil. Ömrünün sonlarında kilise dışı bir ruhani cemaate mensup olmuş ise de Katolikliğin üzerinde çok bağlayıcılığı yok. Ama esaret yıllarında sahibi Hasan Paşa’nın gözdesi olmasına rağmen din değiştirerek bir dönme de olmamış.
Edebi girişimlerinde bir türlü başarılı olamıyor. Nesirden önce şansını denediği nazımda kendinden çok önde yer alanlar var. Bunlardan Lope De Vega ile ilişkileri çok sorunlu. Birbirlerini çok kıskanıyorlar ve haset duyuyorlar. Vega’nın sahip olduğu imkânlara sahip olamamak, onun gibi koruyucular elde edememek ve saraya kapağı bir türlü atamamak Cervantes’in komplekslerini depreştiriyor. Tüm bunlarla baş etmenin yolunu da yine edebiyatta buluyor. Hem yaratıcılığının kaynağında hem de yepyeni bir tür olarak La Mancha’lı Yaratıcı Asilzade’nin ortaya çıkmasında bu tür etkilenmelerin rolü çok fazla.
Psikanalistler ve psikologlar Don Quıjote’nin çılgınlıklarını cinsel arzularının tatminsizliği ile açıklarlar. Yalnız şövalyemiz tutkulu birisidir. Kendi bildiklerinden asla şaşmaz. Şövalyeliğin yasalarından başka bir yasa tanımaz. Şövalyeliğin kuralları her türlü normun üstündedir. Bunlara harfiyen uymak dışında başka bir yükümlülük kabul etmez. 50 yaşındaki şövalyemizin platonik aşkı Dulcinea Tabosso dışında hayatında başka bir kadın olmamıştır. Onu da epi topu çok uzaktan bir kez görmüştür. Dulcinea hayali bir aşktır. Kahramanımız tüm tutkularını, arzularını, saplantılarını bu hayali imgeye yükler. Onun lütfuna mazhar olabilmek için kendini felaketlerin içine atar. Belki de tutkuyu yatıştırmanın, sakinleştirmenin formülü burada yatmaktadır. Bildiğimiz kadarıyla hayatında başka bir kadın olmamıştır. Dulcinea’nın olma nedeni de şövalye etiğinden kaynaklıdır. Her asilzadenin hayatını adayacağı bir kadın mutlaka olmalıdır.
Platonik aşkın varlığı nasıl şövalyeliğin varlığı için kurucu bir ilke olmuş ise hayatında yaşadığı tüm başarısızlıklarda Cervantes’te bunları edebiyatla aşarak telafi etme arzusu doğurmuştu. Çünkü edebi yaratıcılık da tutku olmadan olmaz. Sizi küçümseyenleri, alay edenleri, hafife alanları, saraya kabul etmeyenleri, Napoli Kontunun yanında bir şair olarak himaye edilmenize sırtını çevirenlere ancak yaratarak, hiç olmamış şeyleri deneyerek ve emsalsiz bir şey üreterek okkalı bir yanıt verebilirsiniz. Cervantes Don Quıjote ile tüm bunları başarma fırsatı edindi. Edebi rüştünü böylece ispatlamış oldu. Hem de ne ispatlama!
1606 yılının başında basılan eserin yarattığı etki benzersizdi. Romanın tüm yayın haklarını çok küçük bir miktara devreden yazarın kendisi bile böyle bir etki beklemiyordu. Eser hızla yeni baskılar yapmaya başladı. Bir anda Avrupa’nın tüm dillerinde çevirileri çıkmaya başladı. Sadece 18.yüzyılda 68 dilde çevirisi yapıldı. 17.yüzyılda Shakespeare ve Montaigne’in kitaplarıyla beraber en fazla satan kitaplar arasına girdi. Roman her sınıfa, her zümreye kısaca herkese hitap ediyordu. Seçkinlerde avamda ondan etkileniyordu. Seçkinler tutkun şövalyemizde idealist bir kişiliği görürken avam da başta Pança olmak üzere halktan özdeşleşebileceği bir yığın karaktere rastlıyordu. Roman sadece saray karakterlerinden ibaret değildi. Hırsızlar, haydutlar, berber, rahip, çoban onlarca kişi kendi öyküleriyle romana dâhil oluyordu.
Roman tam bir curcunaydı. Kavgası, döğüşü, atışmaları, bencillik ve kıskançlıkları, aşkları ve hayal kırıklıkları ile dünyanın bir taklidiydi. Dünya içinde bir dünyaydı. Aştığı tüm biçimleri içinde eritiyordu. Romans, pikaresk roman, canzonne ve şiir romanın yapısı içinde soğuruluyordu. Çıkan yapı yepyeniydi, öncesi yoktu. Edebiyatta böylelikle yeni bir tür doğmuş oluyordu.