Okuduğu kitaplara öykünerek Alonso Qiujana olan ismini La Mancha’lı Don Quıjote’ye çeviren kahramanımız, romanın sonunda gerçeklikle uzlaşarak asıl ismine geri döner. İyi bir gezgin şövalye olabilmek için onca badireler atlatan Alonso en sonunda tüm yaptıklarından pişmanlık duyar. Ölümüne saatler kala aldandığını, yanıldığını büyük bir hüzünle anlatır. Gerçeği kabullenmekte bu kadar geç kalmış olduğu için hayıflanır.
Cervantes tüm kitap boyunca yarattığı bu büyülü evreni romanın sonunda bizzat kendi elleriyle paramparça eder. Romanın çekiciliği, cazibesi gerçeklikle zıtlığından kaynaklanıyordur. Kendini şövalye kitapları okumaya kaptırmış, geceler boyu uykusuz kalmış kahramanımız okuyucunun hayal gücüne seslenerek ona gerçeklikten uzaklaşma fırsatı sağlar. Şövalye edebiyatı bir tür olarak tam da bu amaca hizmet ediyordu.
Bu edebiyat türü 12.yüzyılda Fransa’da doğmuştu ve adına romans deniyordu. Romanın ilkel biçimi olarak da kabul edilir. Romanın romansın içinden doğduğu söylenir. Romans okura büyülü ve fantastik bir dünyanın kapılarını açıyordu. Tek düzelikten, sıradanlıktan uzaklaşma fırsatını veriyordu. Gerçek dışı, doğaüstü olaylara ağırlık vererek okura bir kaçış imkânı sunuyordu. Bir tür olarak romanın doğuşuna kadar okur merakının en fazla yoğunlaştığı edebiyat türü olarak kabul edilir. 1551 ile 1600 yılları arasında sadece İspanya’da bu türde 86 bin kitabın yayınlandığı söyleniyor. Nüfusun azlığı hesap edildiğinde rakamın yüksekliği dikkat çekicidir.
Romans her sınıftan insanın ilgisini çekmekle birlikte asıl olarak sınırsız boş zamana sahip, çalışma yükümlülüğü bulunmayan, rantiye bir hayat süren soylu sınıfın edebiyatıydı. Devletin toprağı üzerinde egemenliğini tam olarak kuramadığı bir dönemden bahsediyoruz. Ne kolluk gücü ne de maliyenin eli kolu her yere uzanamamaktadır. Kilise teşkilatı devletten daha organize bir yapıya sahiptir. Bu nedenle şövalye önünde çok fazla engel bulunmaksızın bir kurtarıcı gibi davranabilirdi. Cesareti ve atılganlığı ile devlet aygıtının sağlaması gerekli adaleti kendisi dağıtırdı. Romans da şövalyenin işte bu insanüstü sayılacak maceralarını anlatır.
17.yüzyılda artık yavaş yavaş akılcılık çağına girilmeye başlanmıştı. Bilimlerdeki ve sanattaki gelişmeler romansın altını oyuyordu. Descartes’in akılcılığa dayalı şüpheciliği ile İngiliz Ampirizmi çağa damgasını vurmaktaydı. Rotterdam’lı Erasmus ise bir önceki yüzyılda hümanizm çağını başlatmıştı. Felsefi alanda bu gelişmeler yaşanırken edebi düzeni sorgulamak için edebi statülerde de değişiklikler yaşanıyordu. Toplumsal rasyonalizasyon daha gerçekleşmemişti. Deliler, soytarılar ve sıradan insanlar edebiyatın malzemesi haline gelmeye başlamıştı. Cervantes’le aynı çağda yaşamış Shakespeare, oyunlarında hakikatin sözcülüğünü soytarılara bırakıyordu. Kralın en yakınında bulunma imtiyazına sahip soytarının görevi bunu yerine getirmekti. Shakespeare’in insan karmaşasının tüm yönlerini sergileyen oyunları romansın tahtını sallıyor, Erasmus ise yazara daha serbest davranma olanağı sağlayan denemeleriyle geniş kesimlere ulaşıyordu.
Cervantes yöntem olarak parodiyi seçmişti. Bir geçiş çağı toplumunu anlatabilmek için parodinin araçlarını kullanmıştı. Bu türde her şey alay ve yergi konusu yapılır. Gerçekliğin temsilini verebilmek için sınırlar zorlanır. Bu yöntem ile Cervantes içinde yaşadığı toplumun saçmalıklarını, değerler karmaşasını, çelişkilerini aktarma imkânı bulur. Cervantes Don Quıjote ile döneminin belli başlı tüm edebiyat türlerinin parodisini yapılır: pastoral ve pikaresk romans, halk mizahı, doğu öyküleri, ibretlik hikâyeler ve hükmetmeye dair risaleler vb…
Şövalye romansları okuduğu için gerçekle teması kopan ve kendini bir hayal âlemine kaptıran Don Quıjote romanın sonunda gerçeğin önünde diz çökmek zorunda kalır. Okuru soluksuz maceraların içine çeken yalnız şövalye mağlubiyet duygusuyla döndüğü köyünde ölüm döşeğindeyken ‘ (…) artık küfürle dolu bütün o gezgin şövalye hikâyelerinden nefret ediyorum; artık ne büyük aptallık ettiğimi, onları okumakla ne büyük tehlikeye düşmüş olduğumu anlıyorum; artık, Tanrı’nın merhameti sayesinde, kendi tecrübelerimden ders alarak onları lanetliyorum ‘ der. Bu gerçekliğe teslim olmak mıdır? Haksızlıklara, adaletsizliklere karşı çıkan, yeryüzünde adaleti sağlamaktan kendini sorumlu sayan bir idealistin tüm ideallerinden vazgeçmesi midir? Bir yenilgi, mağlubiyet ve başarısızlık beyanı mıdır? Gezgin şövalyeliği terk etmek, dünyadaki çarpıklıkları düzeltmekten vaz geçmek midir? Canavar zannettiği yel değirmenlerine saldırmaktan korkmayan, kendini sunan genç ve güzel kızları platonik aşkı Dulcinea Tobasso için tereddütsüz reddeden Quıjote hayatının sonunda pragmatizme teslim mi olmuştur?
Gerçekliği bu zoraki kabulleniş Quıjote için var olana teslimiyet anlamına gelmez. Denediği yöntemlerin, gerçekliği yok sayan bir tarzın onu ideallerine ulaştırmayacağına dair samimi bir kabulleniştir bu. Büyü ve tılsım diyerek her defasında inkâr ettiği gerçek onu başarısızlığa sürüklemiştir. Savaşmaktan ve mücadele etmekten yorulmuştur. ‘ Cehaletin karanlık gölgelerinden kurtulmuş, aydınlanmıştır. Saçmalıklarını, yalanlarını, açıkça görüyorum artık; tek üzüldüğüm, gerçeği görmekte bu kadar gecikmiş olmam (…) ‘ Gördüğümüz gibi bu ne bir yenilgi ne de bir inkâr. Gerçeğin kabullenilişi ve yeniden başlama arzusu. Tıpkı Guevera’nın veda mektubundaki gibi.
Panza’yı önceleri küçümseyen ve alay eden Quıjote ondaki değişimi sonradan hayranlıkla takip eder. Okuma yazması olmayan, hiçbir yöneticilik deneyimine sahip olmayan Panza atandığı Cezirelik görevinde harikalar yaratır. Pratikliği, halkı tanıması ve zekâsı ile karşısına çıkan en zor sorunları dahi kolaylıkla çözer. Rüşvete, haksızlığa ve kurnazlığa geçit vermez. Gücün kendisini baştan çıkarmasına izin vermez ve ölüm döşeğindeki Quıjote ‘ deli olduğum sırada ona cezire valiliği verilmesine taraftar olmuştum; şimdi akıllı halimle, mümkün olsa, bir kraliyetin yönetimini verirdim kendisine; çünkü hem saflığı hem de sadakatiyle bunu hak etmektedir ‘ der. Evet, cahil, köylü, kaba bir silahtar şimdi akıllandığını kabullenen Quıjote tarafından bir krallığı yönetmeye layık görülmektedir. Quıjote şövalyelik değerlerini özümseyip aşarak gerçekle barışmıştır. Köylü Panza ise bir krallığı dahi meziyetleri ile yönetebilecek ferasete ulaşmıştır.
19.yüzyıl romantikleri Don Quıjote’nin şiirsel bir dilden yoksun olan dünya karşısındaki tavrını saygıyla selamlayıp ‘ kitabı insan ruhu üzerine yüce bir tragedya olarak ‘ görüyordu. Nietzsche kendi meşrebine uygun düşecek şekilde herkesten farklı olarak romandaki ‘acıya’ dikkat çekiyordu; roman idealist bir kişiliğin trajik başarısızlığının öyküsüydü. Roman 19.yüzyılda giderek İspanyol kimliğinin bir parçası haline geldi ve okullarda okunması zorunluydu. 18.yüzyıl Fransız Aydınlanmacıları ise İspanyollara kızgınlıklarını da bahane ederek romanı ‘ batıl itikatların ve saplantıların bir yergisi ‘ olarak okudu. Ölümsüz Che için ise roman gerillacılık yaparken bile yanından ayırmadığı bir yaşam kılavuzuydu. Devrimi başka ülkelere yaymak için Küba’daki bakanlık görevlerinden ayrıldığında anne ve babasına yazdığı son mektubunda şu vasiyet de bulunuyordu.
“ Topuklarımın altında yeniden Rocinante'nin kaburgalarını hissediyorum. Kolumda kalkanımla tekrar yola koyuluyorum..
Birçok kişi benim için maceracı diyecektir. Evet öyleyim: sadece farklı türden ve inandığı gerçekleri kanıtlamak için canını ortaya koyan bir maceracı. Bu seferkinin nihai olma ihtimali var. Aradığım bu değil ama olasılıkların mantıksal hesabı içinde bu da var.
Eğer öyle olursa, size son bir kucaklama gönderiyorum. Sizi çok sevdim, sadece sevgimi ifade etmeyi beceremedim. Beni anlamak kolay değildi ama bugün bana sadece inanın. Bir sanatçı titizliğiyle geliştirdiğim iradem, bundan böyle gevşek bacaklarımı ve yorgun ciğerlerimi taşıyacak.
Bunun üstesinden geleceğim. XX. Yüzyılın bu önemsiz savaşçısını ara sıra hatırlayın.... "
Bu satırlarda La Mancha’lı yalnız gezer şövalyenin Che’nin zihninde yarattığı imgesini fark etmemek mümkün mü ?