Uygarlığın kaynağı kültür, kültürün kaynağı bilgi, bilginin kaynağı da kitaptır. Kütüphaneler ise, insanın kültürel donanımı açısından bilgi hazinelerimizin korunduğu kutsal saraylar gibidirler.
Bugün kime sorarsanız, yeterince kitap okunmadığını söyleyecektir. Sorduğumuz kişilerin kitap okuyamama açısından kendilerince ileri sürdüğü gerekçeler vardır. İlk tümcemizde ne dedik?... Uygarlık kültür ile olur, kültür de okumakla. Demek ki, bizim gerek kültür ve gerekse toplumsal uygarlık olarak düzeyimizi yükseltmek için okumak temel bir koşuttur.
İşte bu okumanın temel koşutluğu konusunda biraz duralım… Hepimiz bu tümceyi kimi zaman öğretmenlerimizden, kimi zaman ailelerimizden, bazen de bizim konunun düşünselliğinde irdeleyen kişilerden duymaktayız. Peki okumak şarttır diyenlerimiz yeterince okuyorlar mı? Bu sorunun yanıtı her zaman evet olmuyor ne yazık ki… O zaman okumak gerekiyor. Evet ama, diye başlayan olumsuz cümleler kurmadan ve okumamak için mazeret ortaya koymadan, gerekli zamanı oluşturarak, gereksinim duyulan kitapları elde ederek okumak gerekiyor.
Eğer okumak için boş zaman ararsak, ne boş zaman kendiliğinden gelir, ne de okumak sadece zaman doldurmak için yapılacak kadar önemsiz hobi değerinde bir iş olur. Okumak, yemek, içmek gibi bir beslenme güdüsü olmalıdır. Aç olduğumuzda midemiz kazınıyorsa, susadığımızda içimiz yanıyorsa, okumadığımızda da zihnimiz gereksinim sinyallerini vermelidir.
En sık duyduğumuz şey “Hiç vaktim olmuyor ki” sızlanmasıdır. Oysa kim, bir Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal’in yaptığından şu anda daha çok şey yaptığını iddia edebilir. Ege’de Yunan işgal kuvvetlerini denize dökmek için verilen mücadelede Mustafa Kemal’in bulduğu en küçük silah, top atışı suskunluğunda askerin uyuyup dinlenmesini isterken kendisinin kitap okumasıymış. O dönemde okuduğu kitaplardan birisi de, herkesin bildiği gibi Reşat Nuri Güntekin’in “Çalıkuşu” romanıdır. Şimdi diyebilir miyiz, benim okumaya vaktim yok diye.
Bir diğer okumamak, yani okuyamamak ile ilgili tümce, “Kitaplar çok pahalı alamıyorum” sözüdür. Kitapların pahalı olduğu tabi ki düşünülebilir. Bir öğrencinin cep harçlığı, istediği bir romanı almaya yetmeyebilir. Bir çalışan, aylık bütçesinden kitap için yeterli parayı ayıramayabilir. Fakat paranın her şey olmadığını gösteren, okumak isteyene karşılıksız hazine sunan yerlerimiz vardır. Bunlar da kütüphanelerdir. Türkiye’de en büyük kütüphane olan Milli Kütüphane’den başlayarak kent kütüphaneleri, okul kütüphaneleri, sınıf kitaplıkları, arkadaş kitaplıkları olarak büyükten küçüğe doğru geldiğimizde görürüz ki, ulaşabileceğimiz her yerde, eğer biz istersek, bir kütüphane mutlak vardır.
Şimdi… Zamanı oluşturduk, kitabı da bularak okumaya başladığımızı var sayalım… İki soru aklımıza takılabilir. Birincisi, öncelikle okumak ne işimize yarar?sorusudur… Her okuduğumuz kitap bizim dünyaya açtığımız başka bir penceredir. O pencereden bambaşka bir şey görür, tanır ya da öğreniriz. Düşünün ki, Vasconcelos’un “Şeker Portakalı” kitabını okuyoruz… Hiç gitmediğimiz Brezilya’daki, hiç karşılaşmadığımız Zeze isimli bir çocuğun yaşamını, umutlarını, acılarını, ailesi ile ilgili beklentilerini, arkadaşlarını tanıyor; her nerede olursa olsun, bir çocuğun duygularının bizim duygularımıza ne kadar benzediğini görüyoruz. “Bin Muhteşem Güneş” adlı roman ile de Afganistan’da kadın olmanın nasıl acı olduğunu anlıyoruz. “Aşk” isimli romandaysa, Mevlana’nın Şems’i Tebrizi ile olan derin dostluğuna tanık oluyoruz.
Okumak denince, sadece roman ya da öykü akla gelmemeli… Dergi ve gazeteler de bizler için çok önemli bilgi kaynaklarıdır. Dergiler bilim ve teknoloji hakkında bilgi verirken, son gelişmeleri de bize yansıtmaktadırlar. Bu aktarılan bilgilerle, gidip göremeyeceğimiz yerlere; olaylar ile de, laboratuar ortamında deneyleyemeyeceğimiz bilgileri hazır bilgi olarak alırız. Zamanı geldiğinde de biz o bilgileri, kendi sahip olacağımız ortamlarda kullanırız. Ne kadar çok şey bilirsek, evrene ve çevremize karşı o kadar kendimizi güvende hisseder; kendimize olan özgüvenimizi kazanırız.
Bilgi denilen şey, bir kez de toptan yükleme ile yapılabilecek bir şey değildir. Hiç birimizin belleği bir bilgisayarın hafıza kartı değildir ki, milyonlarca bilgiyi bir tuş yardımı ile yükleyelim. Belleğimiz, öğrendiğimiz her bilgi ile adeta damlaya damlaya bir göl haline gelir. Bu nedenle, ne kadar öğrenirsek, o kadar bilgili ve kendine güvenen kişiler oluruz. Okudukça da, konuşmamızın değişip, güzelleştiğinin farkına varırız… Bakış açımız genişleyip, empati yeteneğimiz gelişir; konuşurken de, aynı sözcükleri yinelemeden, daha az sözcükle, daha çok şeyi akıcı olarak anlatırız. Daha çok deyim kullanır; daha güzel tümceler halinde kendimizi ifade ederiz.
Unutmayalım ki; filozof Bacon’ın dediği gibi: "İyi kitaplar başarıya doğru uzatılmış bir köprüdür." Ve yine ünlü hatip Çiçero’nun sözüyle de:" Bir bahçe ve kitaplığın varsa, hiçbir eksikliğin yok demektir". Bizlerin başarıya giden yolu ne televizyon dizilerinden geçer, ne de bilgisayar oyunlarından. Elbette ki televizyon da izleyeceğiz; çağımızın olmazsa olmazlarından olan bilgisayardan da yararlanacağız ama her şeyi zamanında ve dozunda yaparak. Bugün televizyon dizisi olarak oynayan “Muhteşem Yüzyıl”ı dizi olarak izlerken, ayrıca, Oktay Tiryakioğlu’nun “Kanûni” kitabını da okuyabiliriz. Böylece kendi hayal gücümüzü ve dil hazinemizi zenginleştirirken, kendi dizimizi de, hayal gücümüzün katkısıyla kendi görselliğimizle çekebiliriz. Ayrıca, bu şekilde okur ve izlersek, tarihin doğrusu ile dizinin doğrusunu da karşılaştırma olanağımız olabilir.
İnsan beyni, okumakla beslenmediğinde gübre, su ve güneş verilmeden büyümesi beklenen meyve gibi küçük ve tatsız olur. Dil okumak ile zenginleştirilmezse, dil hazinesi yerine sadece birkaç bozuk para olur ki, onun da toplumda göreceği saygıyı tahmin edebiliriz. O halde kendine güvenen kişiler olmak istiyorsak, beni yanlış anladılar, ya da beni kimse anlamıyor demek istemiyorsak, kendimizi iyi anlatma ve konuştuğumuz kişileri de doğru anlama becerisini okuyarak geliştirmemiz gerekir.
Bu konudaki ikinci soru da; “ne okumalıyız?” olmalıdır…
Aslında bu sorunun yanıtını da biliyoruz. Çünkü kendimizi en iyi biz tanıyoruz. Ne ile ilgilenmekten hoşlandığımızı biliyorsak, ne okumamız gerektiğini zaten çözmüşüz demektir… Klâsikleşmiş kitapların mutlak okunması gerektiğini söylemeye bile gerek duymadan, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Yaban”ından tutun da, batı klasiklerinden Shakespeare’nin “Hamlet”, Victor Hugo’nun “Sefiller” örneği romanları ile benzeri klâsiklerin okunduğunu varsayarak; hangi konudan hoşlanıyorsanız o konuda okuyun yolunda bir yanıt verebiliriz. İlgi alanınız teknoloji ve bilgisayar mı; rahat okumak mı istiyorsunuz?.. Dan Brown’un “DigitalKale”si gibi tarih, macera ve dil anlatımı zengin bir tarz mı sizin tarzınız; AminMaalouf’un “Semerkant”, “Doğunun Limanları” ya da “Yüzüncü Ad” adlı romanları. Sadece tarihse merakınız; Halil İnalcık’ın roman tadında tarih kitapları. Bireysel gelişimse ilgi alanınız; Atalay Yörükoğlu, ya da daha popüler olan Doğan Cüceloğlu’nun kitapları. Şiirse eğer daha çok size zevk veren; Karacaoğlan’dan, Nazım Hikmet’ten, Necip Fazıl Kısakürek’ten tutun da, günümüz şairlerinin şiirlerinin tümünü değilse de, dizelerini ezbere bildiğiniz, şarkı olan sözlerinde eşlik ettiğiniz, Murathan Mungan’a kadar pek çok şairin değerli kitapları sizlere yeni duygu ve düşünce ufku açmak için bekliyorlar kütüphanelerin raflarında.
Yazımı, Melih Cevdet Anday’ın çok sevdiğim bir şiiri olan “Rahatı Kaçan Ağaç“ ile bitirmek istiyorum… Hepinizin, barış içinde kardeşçe yaşayan bir dünyada birbirini tanıyıp, anlayan; “Yaratılanı hoş gördük/Yaratandan ötürü” diyen Yunus Emre’nin; “Gel, kim olursan ol yine gel” diyen Mevlana’nın torunları olarak, onların engin hoşgörüsünden payını alan bireyler olması için kitap okuyarak rahatı kaçan ağaçlar olmanızı diliyorum.