‘ Kısa 20.yüzyıl ‘ sadece üç çeyrek yüzyıl sürebilmişti. Yıkıldığında her yeri liberal bir iyimserlik kaplamıştı. Demokratlar totaliter rejimler çöktüğü ve yeni bir demokratik çağın başladığını düşündükleri için sevinç içindeydiler. Stalinizme karşı olanlar tarihsel açıdan haklı çıkmanın gururunu yaşıyordu. Sosyal demokratlar daima üzerlerinde hissettikleri ideolojik bir markajdan en sonunda kurtulmuştu. Kısa yüzyıla enternasyonal perspektiften yoksun yaklaşanlar ise en fazla sosyalizmin tarihsel bir döneminin kapandığını söyleyebildiler. Çöken bürokratik diktatörlükler olmakla beraber enkazın altında kalan insanlığın tarihi değiştirme azmiydi.
O yıllarda Batı’nın en zeki eleştirel analistleri bile kapitalizmin zaferine inandılar. Bunların en başında ise yeni sol düşüncenin kabesi sayılan New Left Review dergisinin önemli ismi Perry Anderson vardı. 50’li yılların sonundan başlayarak Stalinizme karşı yeni bir sol için mücadele eden bu çevre ilerleyen yıllarda akademik Marksizmin merkezi haline gelecekti. Devrimci politikayla aralarına 68 yenilgisinden sonra giderek kalın bir duvar çekeceklerdi. Batı’nın en gelişkin zihinleri dahi zamanın ruhu karşısında teslimiyetçi bir tavra girdi. Anderson derginin ikinci yayın döneminin başlangıç sayısında sosyalizmin tarihsel yenilgisini ve kapitalizmin zaferini ilan etti. Anderson bu zafere herhangi bir kayıt düşmemişti. Bunun geçici bir zafer olduğunu söylemiyor ve kapitalizmin inişli çıkışlı tarihine dikkat çekmiyordu. 90’lı yıllar işte böylesine zor yıllardı.
Dönemin en popüler figürü hiç şüphesiz sürekli CIA ile içli dışlı olmuş bir akademisyen olan Francis Fukuyama’ydı. Önce Amerikan aşırı sağının yayın organı sayılan National İnterest’de bir makale yayınlayarak ‘ tarihin sonunu ‘ ilan etti. Komünizmin çöküşü ile birlikte artık tarihin sonuna gelinmişti. Liberal kapitalist uygarlık insanlığın tanık olacağı son uygarlık biçimiydi. Komünizmin yenilgisiyle birlikte tarihte ideolojik çelişkilerin ve mücadelelerin devri kapanıyordu. Hegelci anlamda tarihin sonuna tanıklık ediyorduk. Fukuyama bu kısa makalesini sonradan kalın bir kitap haline getirecekti.
Bu değerlendirme Hegel düşüncesinin çarpık ve ikinci el bir okumasına dayanıyordu. Hegel bu konuları asıl olarak Tinin Fenomenolojisi isimli büyük yapıtında incelemişti. Bu yapıt üzerinde Fransız Devriminin etkilerini taşıyordu. Devrim bir karşı devrimle restorasyoncu aşamasına girmiş olsa da yaydığı özgürlük ruhu Avrupa’nın üzerine sinmişti. Napolyon ayağının bastığı her yere devrimin ruhunu ve adını taşıyan hukuk külliyatı Code Napolyon’u götürmüştü. Feodalizmin pençesinde kıvranan, aristokratların keyfi egemenliğine maruz bırakılan topraklarda Napolyon özgürlüğün maddeleşmiş hali muamelesi görüyordu. Hegel Napolyon ordularıyla Jena’ya geldiğinde ‘ özgürlüğün at sırtında Napolyon’un kılığına büründüğünü ‘ söyleyecekti.
Genç Hegel’e göre ‘tin’ ne Hıristiyanlığın ne de Prusya devletinin ruhuydu tin özgürlük demekti. Ve Hegel’in tarihselci yorumuna göre tin’in kendi farkına varabilmesi ve evrensel özgürlük olduğunu kavrayabilmesi için tarihte yolculuğa çıkması gerekliydi. Tin doğada başladığı yolculuğunu insan toplumunda ve tarihte sürdürecekti. Tin tarihteki yolculuğu sırasında zaman zaman özgürlüğü yaşamıştı. Ama bu kavrayış nisbi yani tikel kaldığından elinden kolayca çıkmıştı. Şimdi ilk defa insan tarihi bir dünya tarihi aşamasına geldiğinden tin özgürlükle taçlandığında başlayan artık bir özgürlük çağı olacaktı. Hegel’e göre Fransız Devrimi bunu simgeliyordu.
Marksizmin’de ilham kaynağı olan Hegel düşüncesini itibarsızlaştırmak için yoğun gayretler gösterildi. Hegel’in ömrünü Prusya devletinin resmî filozofu olarak tamamladığı söylenildi. Özgürlük düşüncesinin genç Hegel’e atfedilebileceği ancak Hegel’in yaşlılığında Prusya devletini Tinin doruk noktası olarak ilan ettiği iddia edildi. Tıpkı Marx’a yapıldığı gibi Hegel’e de düşünsel cerrahi operasyonlar yapıldı.
Fukuyama’nın Hegel okuması doğrudan filozofun kendisini değil bir Rus emigresi olarak Ekim devrimi sonrasında ailesiyle beraber Fransa’ya sığınmak zorunda kalmış Aleksander Kojove’nin Hegel okumalarına yaslanıyordu. Kojove 30’lı yıllarda Fransa’da Hegel’e yönelik yeniden başlayan ilginin merkezindeki isimdi. Derslerini takip edenler arasında Sartre, Simone de Beauvoir, Georges Battaille ve Raymond Aron gibi isimler bulunuyordu. Kojove derslerinde daha çok Fenomenoloji’nin efendi-köle ilişkisinin ele alındığı bölümü işliyor ve yeni bir okumasını yapıyordu. Bu bölüm gerçektende Fenomenoloji’nin en etkileyici kısmıdır. Korku, cesaret, tanınma, tahakküm, bilinç ve öz bilinç kavramları yoğun biçimde elden geçirilir. Kojove’de özgürlükçü bir filozof olarak başladığı ve sonradan Fransız düşüncesinin yıldızları olacak isimlere verdiği derslerle sürdürdüğü akademik kariyerini ikinci savaş sonrasında Fransız Dışişleri Bakanlığı’nda bir bürokrata dönüşerek tamamladı. Öykünün devamını bir başka yazıya saklayalım.
Fukuyama orjinal bir Hegel okuması üzerinden değil ikincil bir okumayla filozofun düşüncesini soğuk savaş sonrasının dünya kapitalizminin ihtiyaçlarına göre uyarladı. Liberal kapitalizmle birlikte tarihin sonuna gelinmişti. Hegel’de Tinin özgürlüğü ile sona eren tarih Fukuyama’nın ellerinde kapitalizm ile son aşamasına varıyor ve nihayete ulaşıyordu. Artık kapitalizmin bir alternatifi yoktu. Mümkün iyileri onun sınırları içinde düşünmek gerekiyordu. Hegel’de olumlama ve olumlamanın olumsuzlanması ile ilerleyen tarih artık kendi iç çelişkilerinden arınmış bir aşamaya varıyordu.
Sosyalizmin yenilgisi karşısında felsefi bahanesine Fukuyama üzerinden ulaşan liberal kapitalizme ABD devletinin bizzat arkasında durduğu küreselleşme eşlik edecekti. Dünya yeni bir küresel çağa girmişti. Metalar, hizmetler ve sermaye önüne hiçbir engel dikilmeden dünyayı istediği gibi dolaşabilecekti. Bu serbestlik insanlara ve halklara refah getirecekti. Herkes bu işten kazançlı çıkacaktı. Buna direnmek gericilikten başka birşey değildi. Ulusal sınırlar sonuna kadar açılmalı, gümrük duvarları sıfırlanmalı, mallar, hizmetler ve sermaye istediği yere herhangi bir engelle karşılaşmadan girip çıkabilmeliydi.