Küreselleşme ile tarihin sonuna gelinmiş oluyordu. Savunucularının en önemli iddialarından birisi küreselleşmenin yepyeni bir olgu olduğu idi. Küreselleşme sermayenin tarihinde yeni bir dönemi simgeliyordu. Teknolojik gelişmelerin hızı dünyayı küçülttüğü gibi adeta bir köy haline getirmişti. İletişim bilimci Marshall Mc Luhan’ın ‘ küresel köy ‘ hayali en sonunda gerçek olmuştu. Zaman ve mekan arasındaki gerginliğin sonuna geliniyordu. İletişim, enformasyon ve lojistikteki gelişmeler uzağı yakınsılaştırmıştı. Kıtalar ve okyanuslar arasındaki mesafeler anlamını yitiriyordu.
Sermayenin önündeki engelleri temizlemeye hizmet eden tüm bu gelişmeler sanki insanlığın yararına işleyecekmiş gibi bir hava yaratıldı. Sermaye gittiği her yeri ihya edecek, çağın dinamiklerini her yere taşıyacaktı. Bu eğilimin dışında kalmak kapalı bir toplum olmayı kabullenmek ve tarihin dışına itilmek anlamına geliyordu. Geride kalanın ileriye doğru sıçrayabilmesi için bu dalga ile buluşması gerekliydi. Sermayeyi çekemediğinizde, değerlenmesi için koşulları hazırlamadığınızda binbir musibet sizi bekliyordu.
Sermayenin küreselleşmesi otomatik olarak demokrasiyi getirecekti. Bir defa kapalı toplumlar bu sayede açık toplumlar haline gelecekti. Açık toplum olabilmek demokrasinin en başta gelen koşullarından biriydi. Bunun dışındaki toplumlar hukuksal güvenlikten yoksun, kişisel keyfiliklere sonuna kadar açıktı. Tarihte ilk defa sermaye ile demokrasi arasında doğrusal bir ilişki kuruluyordu. Geçmişte darbelere destek vermiş, askeri ve faşist diktatörlüklerin sırtını sıvazlamış Batı’nın hakim güçleri liberal demokrasiyi yaymak için atağa kalkmışlardı. Sosyalizmin dünya tarihsel ölçekte bir tehdit olmaktan çıkması ‘ düşük yoğunluklu ‘ bir demokrasiye rıza göstermelerinin ardındaki en önemli etkendi.
Küreselleşme malların, hizmetlerin ve sermayenin sınırsızca yayılması demekti. Kar realizasyonu sorunu yaşayan sermaye açısından akla gelebilecek her şeyin metalaşması anlamını taşıyordu. Sermayenin başta ulus devlet olmak üzere karşısına çıkan bütün katılıkları eritmesi ve kendisiyle uyumlu hale getirmesi gerekiyordu. Sermaye daha ‘ ilk birikimini ‘ edinirken devlete ihtiyaç duymuştu. Devletin şiddeti ve düzenleyici araçları olmasaydı sermaye emek gücünü vahşice sömürerek genişlemiş yeniden üretimi için gerekli olan ilk birikimi edinemezdi. Dünya kapitalizminin siyasi birimler olarak ulus devletlere bölünmüş olması tarihsel bir zorunluluktu. Gelinen aşamada ulus devletin katılıkları sermayenin ayak bağı haline gelmişti.
Küreselleşme savunucuları açısından ulus devletin bizatihi varlığı sorun değildi. Sorun olan ulus devletin piyasalar üzerindeki ağırlığı ve iktisadi yaşamdaki etkinliğiydi. Devlet ekonomik etkinliklerden tümüyle elini çekmeli, üretimden uzaklaşmalı ve varolanları ise piyasa kurallarına göre işletilmeleri için özelleştirmeliydi. Emekçi sınıfları piyasa güçleri karşısında himaye eden sosyal ve hukuksal fonksiyonlarından uzaklaşmalı ve tipik bir ‘ gece bekçisi ‘ devlet gibi davranmalıydı. İçeride emeği sahipsiz bırakan devlet sermayenin uluslararası faaliyetlerine göz kulak olmalıydı. Kısacası devlet sosyal işlevlerinden arınmalı ve bir tüccar refleksi edinmeliydi.
Bu anlamda sermayenin ulus devlet karşıtlığı kategorik değildir. Amaç ulus devleti sermayenin hareketleriyle uyumlu hale getirmekti. Neoliberal ideoloji ulus devleti kendi ihtiyaçlarına uyumlu hale getirmeyi başardı. Devletler emekçi sınıfların büyük mücadeleleri sonucunda edindikleri sosyal özellikleri neoliberal taarruz sonucunda yitirdi. Devletlerin sosyal yönü budanırken güvenlikçi yönleri giderek mükemmelleşti. İktisadi faaliyetlerden çekildiler, merkez bankaları bağımsızlaştı ve devletler her geçen gün daha fazla mali sermayenin boyunduruğu altına girmeye başladı.
Küreselleşme mali sermayenin yer kürenin tamamına tahakkümünü dayatması demekti. Küreselleşmenin bir alameti farikası var idiyse eğer bu mali sermayenin dünya üzerinde istediği gibi dolaşmasından kaynaklanıyordu. Borsalar, türev piyasalar ve devlet borçlanma kağıtları mali sermayenin değerlenme araçlarıydı. Ulus devletlerin şimdi en öncelikli görevi mali sermayeyi ülkelerine çekmek için cazip koşullar yaratmaktı. Üretim kabiliyetlerini, alt yapılarını, doğal zenginliklerini tümüyle sermayenin hizmetine sundular. Sermaye kendisi için en uygun tercihleri yaparak ülkelerin bütünsel gelişmesini sekteye uğrattı. Üretim birimleri birbirinden koptu, planlama tukaka edildi. Sermaye kazandığı parayı tekrar ana üssüne taşıdı. Dolayısıyla sermayenin ulusların kalkınmasına bir hayrı olmadı. Mali sermaye üzerinden kurulan ilişki ülkeleri geçmişten çok daha fazla bağımlı hale getirdi. Ülkeler kendi ekonomileri üzerindeki kontrollerini kaybettiler. Borsaya, bankacılık sistemine, sanayinin kritik sektörlerine uluslararası mali sermaye egemen oldu. İçeride zor aygıtlarını mükemmeleştirmekle uğraşan ulus devletler ekonominin direksiyonunu mali sermayeye bıraktılar.