Telefonun sesiyle dalgınlığımdan sıyrıldım. Arayan güler yüzlü, tatlı dilli, sıcakkanlı adaşım Yaşar Yılmaz’dı. On beş gün önce bir aradaydık.
“Hasretime dayanamadın galiba.” dedim. Yanıt olarak, Refik Durbaş’ın ”Çırak Aranıyor” şiirinden bestelenmiş şarkının son bölümünü mırıldanmaya başladı:
”Gurbet ne yana düşer usta,
Sıla ne yana,
Hasret hep bana,
Bana mı düşer usta?”
“Sadede gel, sadede!..” diye araya girdim de ancak şarkıya nokta koydu. Kendisinin de mezun olduğu Düziçi Köy Enstitüsü’yle ilgili bir panelden (açıkoturum) söz etti.
Köy enstitüleri öyle sıradan bir okul değildi. Bu memleketin kalkınmasında önemli yer tutan, kapatılmasaydı ülkemizi bugün bir İskandinav ülkesi düzeyine çıkaracak bir eğitim modeli olan köy enstitüleriyle ilgili panele davet ediyordu beni. Panel, Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği’nin bir etkinliğiydi.
Bu okullar kapatılmasaydı arkadaşım da köy enstitüsü mezunu olacaktı ama 1954’te Cumhuriyet’in asıl hedeflerini yakalayacak böyle bir eğitim sistemi, egemen güçleri tedirgin etmiş olacak ki kırk tane kulp takıp köküne kibrit suyu dökmüşler. Kapatılıp müfredatı değiştirilen bu okulların adı da öğretmen okulu oluvermiş.
Köy enstitüsünden mezun olan Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Ümit Kaftancıoğlu gibi yazarların kitaplarından öğrenmiştik bu okulların adlarını ve önemini. Şimdi hayatta kalan son temsilcilerinden dinleme şansını bulacaktım. Daveti memnuniyetle kabul ettim. Ne olur ne olmaz diyerek telefonumun alarmını da kurdum. Panel, bir gün sonra saat 16.30’da, iki kitabımı da bağışladığım İnce Memed Halk Kütüphanesi’nde yapılacaktı.
Ertesi gün paneli unutmamıştım ama “akıllı” telefonum yine de beni uyardı. Hazırlanıp yola çıktım. Turgut Özal Bulvarı’nın trafiği her zamanki gibi yoğundu. Polis Evi Kavşağı’ndan sağa kıvrılıp yirmi yıl çalıştığım Vakıfbank Ortaokulu’nun yanından bir yabancı gibi geçtim. Emektar güvenlik görevlisi, sanki yerinden hiç kıpırdamamış, yedi yıl önceki gibi küçük kapının önünde duruyordu. Aracın içini pek göstermeyen camlarından beni tanıyamayacağını düşündüğüm ve gürültü kirliliği yapmamak için selam niyetine kornaya basmadım. Adamcağızı da gereksiz yere merakta bırakmak istemedim.
Biraz aşağıdaki kütüphaneye girdiğimde panelin başlamasına beş dakika kalmıştı. Zemin kattaki salonda öğrenciler sessizce ders çalışıyordu. İçerideki görevli, niçin geldiğimi anlamış olacak ki,
“Panel bodrum katta.” dedi kısık sesle ve bana yolu göstermek istediyse de yolu bildiğimi söyleyip alt kata yöneldim. Yaş ortalaması en az altmış olan yirmi otuz kişilik bir grup, küçük salonu doldurmuştu. Gözlerim tanıdık simaları bulmakta hiç de zorlanmadı. Önce ADD Başkanı İsa Kayadan’la merhabalaştık. Sonra uzun zamandır görüşmediğim birkaç arkadaşımla ayaküstü hasbihâl ettik. Bu arada gözlerim, davetin sahibi adaşımı arıyordu. Ön tarafta sıcak bir sohbetin içinden gelen şen kahkahayla yerini tespit etmiş oldum. Hemen yanına seğirttim. Beni karşısında görünce şaşırdı.
“Geleceğini sanmıyordum.” dedi.
“Sen davet edeceksin de ben gelmeyeceğim ha! Olur mu hiç?” dedim. Derneğin başkanı Ali Kocabaş’la ve diğer yöneticilerle tanıştırdı beni.
Başkan Ali Kocabaş, kısa bir açış konuşması yaptıktan sonra konuşmacılara beşer dakika süre vererek onların köy enstitüleriyle ilgili görüşlerini, anılarını ve varsa önerilerini dile getirmelerini istedi. Kimi konuşmacılar duygu yüklü konuşmalar yapıp gözlerimizi nemlendirirken kimi konuşmacılar da keskin konuşmalar yaparak yumruklarımızın sıkılmasına neden oldular. İki genç öğretmenin örgütlenme konusundaki heyecanları ise görülmeye değerdi.
Kâzım Çelikkaya Hoca’mızın ise panele ne kadar değer verdiği, giyim ve kuşamından anlaşılıyordu. Kendi deyimiyle, iki dirhem bir çekirdek giyinmişti. Kılık kıyafet yönetmeliği yerinde dururken bugün okullarda kravat takana zor rastlarsınız. Buna idarecileri de dahil edebilirsiniz. Okullarda ve devlet dairelerinde durum böyleyken Kâzım Çelikkaya Hoca’mız, giyim kuşamıyla, “Ben Cumhuriyet’in öğretmeniyim!” diye bas bas bağırıyordu. Öyle uzman, başöğretmen gibi sınıflandırılmışından değil, halis muhlis köy enstitüsü mezunu gerçek öğretmenim diye bağırıyordu. Beş dakikalık süresi dolmuştu ama onu susturmak ne mümkün!
Hani Cemal Süreya’nın,
“Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu.
İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük.”
şiirindeki gibi, şunu anlatmasam olmaz, bunu söylemezsem sözlerim havada kalır diyordu da başka bir şey demiyordu. Başkan, başa çıkamayınca seyirci olarak biz devreye girdik. Cümlesini tamamlayıp yeni bir konuya girmesine fırsat vermeden, coşkulu bir alkış tutturduk. Bunun üzerine başkan, sözü bir başka konuşmacıya verebildi.
Yaşar’ım Yılmaz’ım da konuşmacılar arasındaydı ama çok kısa konuşmak zorunda kaldı. Çünkü kendisinden önceki konuşmacılar öylesine heyecan ve coşkuyla konuştular ki onun alanına da girdiler ve ona söyleyecek söz bırakmadılar.
Çukurova Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencilerinin çektiği on dakikalık Düziçi Köy Enstitüsü belgeselinden sonra Prof. Dr. F. Duygu Saban’ın güzel sunumuyla köy enstitüleri binaları hakkında oldukça geniş ve aynı zamanda ilginç bilgilere sahip olduk.
Milli Eğitim Bakanlığının kullanımındaki köy enstitülerinin hangi kafalar tarafından neden kapatıldığı anlatılıyordu. Siyasi amaçlarının yanı sıra, arazilerinin ve binalarının da TOKİ tarafından nasıl talan edildiği de ortaya konuyordu bu kısa belgesel filmde.
İki saatlik program, süresini aşmış, saat 19.00 olmuştu. Dostlarla tek tek vedalaştıktan sonra, bıraktığım yerde büyük bir sabırla beni bekleyen vefakâr ve cefakâr aracıma binip yoğun trafiğin içine dalarken aklımdan da şu düşünceler geçiyordu:
Kimi ülkeler, genç Cumhuriyet’imizin bu eğitim modelini beğenip uygularken bizimkiler ise köylü uyanıyor, kızlar okuyor, bize akıllı insan değil, biat edecek cahil insanlar lazım düşüncesiyle ve türlü iftiralarla bu eğitim yuvalarının kapılarına kilit vuruyorlardı. Bizim modelimizi örnek alanların kişi başı millî gelirleri 45-50 bin doları bulurken biz ise hâla millî gelirimiz10 bin dolar olur mu olmaz mının kavgasını ediyoruz.
Ne diyelim? Herkes gider Mersin’e, biz gideriz tersine!..