Hobbes Leviathan’ın da korkuyu şöyle tanımlar: ‘kendisinden kaçınılan nesnenin zarar vereceğinden korkuluyorsa, KORKU olarak adlandırılır’. Korkunun kaynağında demek bize zarar vereceğinden endişe ettiğimiz bir şey vardır. O şeyin varlığı korkuyu hissettirmekte, yaşattırmaktadır. Korku Hobbescu düşüncenin kurucu kavramlarındandır. Doğal hal dediğimiz duruma korku hâkimdir. Çünkü hukukun, yasanın ve devletin olmadığı böyle bir halde herkes herkesin hasmı, düşmanıdır. Doğal halde sadece en güçlüler ayakta kalabilir. İnsanın insanın kurdu sayıldığı bu halden çıkabilmek için insanlar aralarında mutasavver bir sözleşme yaparlar. Bu sözleşme ile tüm güçlerini bir egemene devrederler. Bu devrin karşılığında sahip oldukları şey güvenlikten başka bir şey değildir. Korkudan sıyrılmak için insan olmaktan kaynaklı tüm haklarından da feragat ederler. Birbirlerinden duydukları korku şimdi egemenden duyulan korkuya yerini bırakmıştır. Korkuyu güvenlikle takas etmişler, ama korku jeneratörünü de egemen vermişlerdir. Bunun karşılığında ise doğal halde sahip oldukları her şeyden vazgeçmişlerdir.
Hobbes tanımlar yaparak ilerler. Bu o dönemin düşünme biçimidir, aynı şeye Spinoza’da da rastlarız. Hobbes umudu ‘arzu, arzu edilen şeye ulaşma ihtimali ile birlikte var olduğunda, UMUT adını alır’ diye tanımlar. Böyle bir ihtimalin yokluğuna umutsuzluk adını veririz. Demek umut, arzu ettiğimiz şeye ulaşma ihtimalidir. Arzumuzun, isteğimizin, beklentimizin, hevesimizin gerçekleşebileceğine dair inanç bizi umutlu kılar. Eğer isteğimizin gerçekleşmeyeceğine kanaat getirmiş isek üzerimize çöken duygu umutsuzluk olur. Umut sevincimizi, kapasitemizi, yeteneklerimizi arttırırken umutsuzluk bize keder ve üzüntü verir. Kederli kişinin sevinci azalır, hayata ilgisi soğur ve eyleme kapasitesi zayıflar. Umut ile umutsuzluk o vakit zıt duygulardır. Birinin varlığı diğerinin yokluğudur. İnsanda bıraktığı etkiler de ters orantılıdır.
Cesaret. ‘Kendisinden kaçınılan nesnenin vereceği zararın ona direnerek önleneceği umudu varsa, CESARET’ten sözedilir.’ Kendisinden kaçındığımız, demek uzak durduğumuz ve belki de korktuğumuz şeyin, bize vereceği zarara direnerek yani karşı koyarak önleyebileceğimize ilişkin bir umuda sahipsek o zaman cesaret sahibi olmuş oluruz. Cesaret, zarar vereceğinden emin olduğumuz bir nesneyi sadece direnerek bertaraf edebileceğimize ilişkin umuttur. Umut olmaksızın cesur olunamayacağını söylüyor Hobbes. Cesaret ile umut birbirini besleyen, destekleyen ve karşılıklı iteleyen duygular o vakit. Umutsuz bir cesaret mümkün değil. Cesareti harekete geçiren asıl duygu bizatihi umut. Umutsuzluk ise cesaretsizlik ile eşdeğer. Umudumuzu yitirdiğimiz anda cesaretimizi de kaybediyoruz. Hobbes sürekli umutsuzluğa ‘çekingenlik’ diyor. Güven ise, ancak sürekli umut sayesinde var olabiliyor. Hayata sürekli bir umudun içinden bakabilenlerin özgüvenleri de yüksek oluyor. Özgüveni az veya hiç olmayanlar ise sürekli bir umutsuzluk içinde yüzüyorlar. Umudunu yitirenler özgüvenlerini de kaybediyor.
Gördüğümüz gibi Hobbes pratik bir felsefe yapıyor. Ne idelerden ne de ideallerden bahsediyor. Kavramları son derece gündelik ve kullanışlı. İnsanı da idealize etmiyor. Ne ise öyle kabul ediyor. Hatta insan doğası karşısında son derece kötümser olduğu bile söylenir. Hümanizmin yücelttiği insan Hobbes için hiç de öyle biri değildi. Kötülüğe yatkındı, doğası bencildi ve birlikte yaşamayı, ancak korkusunu alt etmek ve güvenilir bir liman bulmak için istemişti. Spinoza’da benzer şeyler düşünür ve ‘Anlama Yetisinin Düzeltilmesi Üzerine İnceleme’nin başlarında ‘insanların en üstün iyi saydığı üç şeyin: servet, itibar ve duyusal haz’ olduğunu söyler. Bunlardan birine veya tamamına sahip olmanın insan yaşamına hiçbir zenginlik katmadığını ileri sürer. Filozofları ise gerçek insan doğasını tanımamış olmakla suçlar. Çünkü ‘onlar insanları aslında oldukları gibi değil, ama kendileri nasıl olmalarını istiyorlarsa öyle tasarlarlar; bunun neticesi olarak çoğu bir Etik yerine bir Yergi yazmışlardır ve asla Siyasette uygulanabilecek görüşleri olmamıştır, onların tasarladığı şekliyle Siyaset gerçekleşmeyecek bir düş olarak, Ütopik ilkelere ya da şairlerin altın çağına uygun olarak, yani hiçbir kuruma ihtiyaç duyulmayan bir zamana uygun olarak görülmelidir…’
Hobbes ile başlayıp Spinoza ile sürdürdüğümüz yazıyı amacımız Türkiye siyasetine bağlamak. Yerel seçime saylı günler kala Türkiye siyaseti umut ilkesinden tümüyle uzaklaşmış korkuya teslim olmuş vaziyette. Arzu ettiğimiz bir şeyin gerçekleşmesi için çabalamıyor, mücadele etmiyoruz. Arzularımızın gerçekleşebileceğine dair bir siyasetin sözünü bile edemiyoruz. Siyaset bütünüyle korkuya teslim edilmiş ve bize zarar vereceği söylenilen şeyden uzak durmamız telkin ediliyor. Erdoğan seçmeni eğer kendi adaylarını desteklemez ise merkezi idare yani siyasi iktidar tarafından cezalandırılmakla korkutuyor. AKP’nin adaylarının kazanmadığı yerleri siyasi iktidar teğet geçip, hizmetten yoksun bırakacak. Erdoğan tehditkâr dili ile bunu önlemek istiyorsanız benim adaylarıma oy verin şantajı yapıyor. Erdoğan’ın korku siyasetine karşılık umut siyasetini diri tutmasını umduğumuz muhalefetten de aynı şeyleri duyuyoruz. Erdoğan’ın bir türlü inşa edemediği rejimine, kurumsallaştıramadığı faşizmine cesurca direnmesini beklediğimiz resmi muhalefetin sözcüsü sayılan partide, seçmenini tıpkı Erdoğan gibi korku siyaseti ile terbiye ediyor. Eğer bizim keyfe keder belirlediğimiz adayları desteklemez iseniz AKP kazanıyor diyerek zoraki destek istiyor. Umut siyasetini geliştirmeyi, umudun kazandıracağı cesareti arkasına almayı hedeflemiyor. Arzu edeceğimiz düzenin bugünkünden bambaşka bir düzen olması gerektiği hayali ile davranmıyor. Bizi AKP ile korkutup, ama onun kurumsallaştırmak istediği faşizme karşı direnecek gerçek güçleri yanyana getirmekten özenle kaçarak korkudan payına düşeni almak istiyor.
Yereldeki karar verici aktörleri de umut siyasetinden tedirginlik duyuyor. Bunu izledikleri ittifak siyasetinden biliyoruz. Toplumsal ve siyasal muhalefetin birlikteliğini değil, kendi siyasi ikballerine öncelik tanıdılar. Seçmeni umut siyasetinin asli bir faili olarak değil korku siyasetinin nesnesi olarak kurguladılar. Eğer AKP kazanmasın diyorsanız bize mecbursunuza zorladılar. Yani biz yaptık oldu ve şimdi tıpış tıpış denileni yapın demeye getirdiler. Bu tarzı siyasetin Erdoğan’ın şantajcı siyasetinden bir farkı olduğunu birileri izah etsinde bizde öğrenelim. Geleceğimiz işte böyle korku ve şantaj siyaseti tarafından teslim alınıyor. Üstelik bunu da tek adam rejimine muhalefet edebiyatı ile sosluyorlar. Bu da korku siyasetinin bir yüzü, bir başka veçhesi değil mi? İkisinin de kaynağında korku yok mu? Türkiye siyaseti bugün korkuyla teslim alınmış vaziyette. Umut ise çok uzaklarda ve başka bir siyasette.