Aylardan Eylüldü. Akşam vaktiydi. Yanımdan insanlar ve yoldan arabalar geçiyordu vızır vızır. Bense kendi sessizliğimle Barajyolu’nda yavaş yavaş yürüyordum. Belediyenin refüjlere ektiği mor hanım düğmelerinin kurumuş hallerini gördüm. Beter hüzne bulandım. Mor hanım düğmesi çiçeklerinin ekildiğini gördüğümde yaşadığım sevinci görseydiniz “deli mi bu kadın, bunda bu kadar sevinecek ne var?” diye şaşardınız .
Evlerin sokaklardan, insanların doğadan kopmadığı zamanlar geldi aklıma. Doğup büyüdüğüm , anılar biriktirdiğim mahallem, sokağım, komşularımız hele de kalbimde parseli en büyük olan Şadiye teyze ve dört duvarla çevrili bahçesi geldi aklıma. Biriketten örülü dört duvarla çevrili , tulumbalı, dut, limon , kayısı, defne ağaçlı, reyhan, sardunya, kadife, ortanca, zambak, gelin duvağı, horozibiği, mum, ful, hanımeli ve mor hanım düğmesi gibi onlarca çiçek ekili ve kedi yavrularının eksik olmadığı bahçe. Avlu mu demek gerekir, bilemedim. Bildiğim yaşamımdaki en önemli en özenli mekânlardan biriydi. Belki de benim ilk gönül parkımdı.
Şadiye teyze, kırklı yaşlarda , kalbinin güzelliği yüzüne yansıyan, iyi huylu, on parmağında on marifet birisiydi. Dört çocuğu vardı. Eşini işine, çocuklarını okula dualarla sarıp sarmalayarak yollardı günleri aydın olsun diye. Ev içindeki işlerini bitirdikten sonra bahçesine iner “nazlılarım, zilli kızlarım “ diye seslendiği çiçeklerin kokusunu içine çeke çeke konuşurdu. Her biriyle konuştuğu konu farklıydı. Birine çok çiçek açtığı için teşekkür, birine çiçek açmadığı için sitem eder, birine de o günkü sıkıntısı neyse onu anlatırdı. Karşı komşusu olan anneme “ Munise hatun, işin bittiyse gel de bir kahve keyfi yapalım şu zilli kızların arasında” diye seslenirdi. Annem de o an boncuklu, mekikli ne örüyorsa iş torbasını koluna takar geçiverirdi Şadiye teyzenin bahçesine. Onun bahçede olduğunu gören komşu kadınlar teker teker gelir bahçede bulunan tahta sedirde ya da kütükten iskemle üstünde yerlerini alırdı. Böylece kızlar komitesi toplanmış olurdu. Çay şahane veya kahve bahane sohbetleri başlardı böylelikle. Kimi örgüsündeki hatayı düzelttirir, kimi dikmeye çalıştığı elbisenin provasını yaptırır, kimi saçını kınalatır, kimi burkulan bileğini sardırırdı. Tabii bunları yaparken Şadiye teyzenin dudaklarından ya mani dökülürdü ya da şarkılar. O muhteşem kadife sesi kadınların büyük sıkıntılarını anlık da olsa küçültür, küçük sıkıntılarını eritirdi. İkindi ezanından sonra kadınlar anlık kurtuldukları hengâmeye yeniden döner yemek pişirme, çocuklarını, eşini karşılama telaşına düşerdi.
Ya şimdi? Şadiye teyzenin ve komşu kadınların çocukları büyüdü. Ki onlar giyimine hayran olduğum ablalar, yakışıklılığına bayıldığım abilerdi. Kimi evlendi kendi yuvasına, kimi gurbete kendi ekmeğinin peşine gitti. Çocukluğumu saklayan mahallem, o çok sevdiğim sokağım kocalarını toprağa vermiş yaşlı kadınlara kaldı.
Bugün hâlâ Şadiye teyze, sabah erkenden kalkıyor, kahvaltısını hazırlıyor, elim ayağım dediği bastonuyla bahçeye inip, çiçeklerini suluyor, kendi deyimiyle zilli kızlarıyla konuşuyor. Ama ne yazık ki, ne Şadiye teyzenin anneme “ Munise hatun, işin bittiyse gel de bir kahve keyfi yapalım şu zilli kızların arasında” diye seslenecek sesinin gücü ne de annemin oraya gidecek hali kaldı artık. Balkondan balkona bahçedeki çiçeklere bakıp, sesleri kısık, neşeleri kaçık kahvelerini içiyorlar şimdi.
Kim, neyi kaybettiyse onu arar derler ya. Ben de Barajyolu’nun refüjlerindeki mor hanım düğmesi çiçeğiyle çocukluğumu, kanı deli akan genç kızlığımı, omzumda yük olmayan yıllarımı aradım. Ruhum eski mahallemin sokağında kaybolurken yanı başımda çalan bir araba kornasıyla gerçeğin beni büyütmüş , omzuna onlarca sorumluluk yüklenmiş dünyasına geri döndüm.