Nedir insanlardaki bu koltuk sevdası, bu mevki-makam düşkünlüğü? Seçimlerde halkın oylarıyla bir koltuğa oturan kişiler, o makamı ilelebet sahipleniyorlar. Kendilerini o makamla özdeşleştiriyor ve o yerin doğal sahibi olduğunu düşünüyorlar. Oraya nasıl ve kimin tarafından getirildiğini çok çabuk unutuyor, kerameti kendinde görüyor ve görev süresi dolduğunda mızıkçılık ederek “Bırakmam da bırakmam!” diyerek koltuklarına sıkı sıkı yapışıyorlar.
Bu durum, demokrasileri az gelişmiş bizim gibi ülkelerde daha çok görülüyor. Demokrasiyi içselleştirmiş toplumlarda bu tür örneklere pek rastlanmıyor. O ülkelerdeki halk, bizdeki gibi politize olmuyor, seçimden seçime oyunu kullanıyor, seçimini yapıyor ve gerisini seçilen kişiye bırakıyor. Demokrasileri gelişmiş ülkelerin televizyonlarında haberler bizdeki gibi siyasilerle başlayıp siyasilerle bitmiyor. Başarılı olamayan istifa ediyor ya da bir daha aday olmuyor/aday gösterilmiyor.
Önümüzde bir yerel seçim var. İddialı partiler rekor derecedeki aday adaylığı taleplerini tek kişiye düşürdü ama yine de tüm partilerin adaylarının bulunduğu oy pusulalarının boyu bir metreyi aşmış durumda. Bu kadar çok kişinin belediye başkanı olmak istemelerinin nedeni ne olabilir? Tamamen duygusal diyebilir misiniz? Kimi adayların eğitim ve uzmanlık alanları incelendiğinde, kent yönetimi ve belediyecilik konusunda bilgi ve deneyimlerinin olmadığı da açıkça görülür.
Gelelim koltuğa yapışma konusuna. Seyhan ve Çukurova Belediye Başkanları, partileri tarafından yeniden aday gösterilmedi. Bu durumda başkanların ne yapması gerekirdi? Halkına, partisine teşekkür edip verilecek görevleri yerine getirmeye hazır olduklarını ve partinin gösterdiği adayların arkasında olduklarını açıklamaları gerekmez miydi? Onlar ne yaptılar? Kaç dönemdir sırtlarını dayadıkları partilerini suçlayarak ayrıldılar ve kendilerine göz kırpan başka bir partinin adaylık önerisini kabul ettiler. Bunun üzerine her iki taraf birbirini nankörlükle suçlamaya başladı.
Bu, koltuğa yapışma tutkusu genlerimize öylesine işlemiş ki kurtulabilene aşk olsun! Osmanlıda nice gençler, çocuklar, kundaktaki bebeler koltuk/taht uğruna boğazlanmış, zehirlenmiş, boğdurulmuştur. Fetret Devri’nde (1402-1413) taht kavgası, Yıldırım Bayezid’in çocuklarını birbirine düşürmüş, kardeş kanı dökülmüştür.
Cumhuriyet döneminde koltuk kavgaları bitmemiş, günümüze kadar süregelmiştir. Yüz yıllık Cumhuriyetimizin liderlerinin birçoğu koltuklarını kendiliğinden bırakmamışlardır. Yaşayanlar da koltuklarını ölmeden bırakmayacaklardır. Bu durum siyasi yelpazenin her iki kanadında da aynı olmakla birlikte, ortanın solunda hafif esen demokrasi rüzgârı, zaman zaman değişik liderleri de karşımıza çıkarabilmiştir. Erdal İnönü, siyasette örnek davranışlar sergilerken Deniz Baykal da hasta yatağında milletvekili seçilme ısrarından vazgeçmemiştir.
Siyasetteki bu “Rabbena, hep bana!” anlayışı ne yazık ki her adayı avucunun içine alıyor. Seçilen bazı adayların karakterleri kısa sürede değişiyor, egoları şişiyor, böbürlenmeye, kibirlenmeye başlıyorlar.
Selami Şahin’in “Seni Sevmediğim Yalan” şarkısını çok kişi bilir. Hani şu,
“Sen yoksan her şey eksik
Sen varsan her şey tamam” şeklinde devam eden şarkı. Anımsadınız mı?
Kerameti kendinden menkul siyasilerimiz, işte bu şarkıyı işlerine geldikleri gibi söylerler:
“Ben yoksam her şey eksik
Ben varsam her şey tamam”
Bir inatlaşma politikası uygulanmakta, kazan kazan yerine, kaybet kaybet siyaseti güdülmektedir. Kazanamayacakları bir seçime girmek, ben yoksam size de yaşam hakkı tanımam demekten başka bir şey değildir. Bunu başarabilecekleri pek mümkün görünmese de içlerindeki hırs ve öfke, ne yazık ki mantıklarının önüne geçmektedir.
Ne diyelim?
Kenara çekilmeyi bilselerdi, gerçekten “Bilge Başkan” olacaklardı ya da “Her şey çok daha iyi olacaktı.”
Ama onlar, Mustafa Denizli’nin dediği gibi “içimizdeki İrlandalılar” olmayı tercih ettiler.