Cumhuriyet öncesinde Adana’nın salgınlardaki karnesi çok kötüdür. Sadece Adana’mı? Bütün dünyada çok kötüdür. Osmanlı’nın sancakları da bundan payını almıştı.
Cumhuriyet öncesinde Türk hekimlerin sayısı parmakla gösterilecek kadar az idi… Çünkü sistem Türk doktorun yetişmesini zorlaştırmıştı. (Bu çok önemli bir konudur)
HEKİMİN HÜKMÜ…
1727 yılında Kolera salgınında Adana’da 100.000 kişi hayatını kaybetmiştir. Adana’nın nüfusu ne ki, ölü sayısı yüz bin olsun? Olsu işte.
Tam yüz yıl sonra (1827) kolera Adana’yı yine ziyaret etti. Nasıl ziyaret etmesin, koleranın doğum yeri pisliktir. Eh, Adana’da o dönemlerde pislik yönünden cömert bir şehirdi. Kolera gelmesin de ne yapsın.
O salgın döneminde Adana’da tek bir hekim bile yoktu.
Zaten olsaydı ne yapacaktı? Bir hekimin hükmü ancak, tavsiyelerine uyulduğu zaman anlam ifade eder.
Kolera ile baş edemeyen halk, kendini kurtarmak için büyük ölçüde yerini yurdunu terk etmiştir. Yani koleradan kaçma yolunu seçmişti.
SALGINDA KAÇAN DOKTORLAR
Adana’da belediye teşkilatı kurulmadan üç yıl önce yani 1860 - 1865 yılındaki kolera salgını ibretlik olaylarla doludur. (Bu olayların bir kısmını Adana’nın Aynası 1930 kitabında yazmıştım)
Bir salgın hangi ülkede başlarsa başlasın, mutlaka Adana’ya bulaşır. Çünkü bu güzelim şehir, hac yolunun geçiş güzergâhındadır. Her salgında Adana karantinaya alınır. Çünkü burada kontrol edilemeyen salgın, Konya başta olmak üzere Anadolu’ya yayılır.
Adana’da toplam iki hekim vardır ve ikisi de gayrimüslimdir. Yetkililer merkezden doktor talebinde bulunurlar.
Hiçbir Doktor Adana’ya gelmek istemez. Hatta Adana’da bulunan iki doktor da Adana’dan kaçar. Evet, kaçmaktan ne anlıyorsanız o.
Kolera salgınında Adana bir anda doktorsuz kalır.
Atatürk’ün, “Beni Türk hekimlerine emanet edin” deyişinin öyle bir tarihi alt yapısı vardır.
Kafzade Yusuf İzzet o günleri anlatırken, “1860 kolerası, koza vakti vuku bulmuş ve kırk gün devam etmişti. Fakat altı yedi gün içinde pala sallamış, o hafta içinde günde 380 – 400 cenaze yalnız köprüden geçirilmiş idi. Ermenilerin, miktarı cüzi olan Rumların kabristanına ne kadar geçmiş bilemem…” (*)
ŞİFA SAYILAN MANDA TEZEĞİ…
“Gidip de dönmemek, gelip de görmemek” sözü tam da o günler içindi. “Memleketimizde (sin) mezar eşenlerin tabaklar olduğu malumdur. Mezarcıların adedi kifayet etmemiş başkaları da bu sanata soyunmuş / soyundurulmuş, cenazelerin sayısı o denli çoğalmış ki mezarcılar, gece de mezar hazırlamaya başlamışlar idi.
Mezarcıların da kendi kazdığı mezara gömülen çok olmuştur.
Akşam konu komşu, boğazlanmak için mezbahaya doldurulmuş, koyun, keçi gibi evde birikirler, başka mahallelerde kimlerin ve o gün kaç kişi öldüğünü söylerlerdi ki bu sözler bir hikâye gibi anlatılırdı.
Neşesiz gönülle söylenilen sözlerden çabuk bıkarlar, dağılmaya başlayacakları zaman, bir daha görüşemeyecekmiş gibi helalleşirlerdi.” (**)
İşte böyle bir ortamda bir söylenti yayılır: “Tezek dumanı kolera mikrobuna iyi gelir (!)”
İşte ondan sonra tezek, mücevherattan kıymetli bir madde haline dönüşür.
İlk başta, sokaklarda ve hergele yolunda unutulmuş tezekler hatırlandı. Hepsi kapış kapış toplandı. Biraz daha uyanık olanlar toplayıp satmaya başladılar.
Bu işin ticareti o denli arttı ki, mandası bol Adana’da tezek kıtlığı çekilmeye başlandı. Tezek bulanlar şanslıydı.
Neyse ki Sis (Kozan) ve Saimbeyli’de yaşayan Gayri Müslimler yetiştirdikleri mandaların tezeklerini bir tüccar vasıtasıyla Adana’ya taşıdılar ve memleketi tezek kokusundan mahrum etmediler.
Peki, kolera mikrobu bu tezek kokusundan korkup kaçtı mı? Ne gezer…
Hekimlerin olmadığı yerde manda tezeği de şifa olur, idrarda amber kokar.
DOKTORLAR VE YETKLİLİLERE RAĞMEN…
O yıl memleketin başına musallat olan koleradan binlerce kişi ölmüştür. Kolera öncesi var olan iki hekim ve hükümetin memurları cılız da olsa memleketin temizliği için çalışıp durmuşlardı.
Ama özellikle imamların sözleri, hekimlerin sözlerinin önündeydi.
Kolera salgınından önce ve ilk zamanlarda hekimler (henüz kaçmamışken) ve yetkililer devamlı temizliğin önemini anlattılar:
- Su kuyuları ile abdesthaneler (helâlar) birbirine yakın
- Çöpler, kaldırımı bile olmayan sokaklarda kalıyor, sinekler sürekli beslenip ziyafet çekiyor,
- Çöpler dökülse bile ya daha az nüfusun yaşadığı alanlara atılıyor veya ırmağa dökülüyor…
- Sonra da ırmaktan taşınan sularla sebze ve meyveler sulanıyor. Ayrıca çöp dökülen ırmaktan eşek ve katırlarla taşınan sular içmek için kullanılıyor. Daha zengin olanlar, ırmağın üst tarafında henüz mikrop bulaşmamış içme suyu sipariş ediyorlar…
Bunların hepsi salgın hastalıklarla davettir. Ama maalesef halk üzerinde işe yaramamıştır.
O yıllarda kolera tıbbi önlemlerle değil, zaptiye önlemleri ile sonlandırılmıştır. Yani temizlik ve mesafe… (O zaman maske keşfedilmemişti…)
BASİT BİR SORGULAMA…
Peki bu gün daha iyi bir noktada mıyız?
Bu kritik soruya doktorlar cevap verecektir. Benim söyleyeceğim şu; Adana’da (Ve güzel ülkemde) hala bilinçlenmemiş büyük bir kesim vardır. Bilim insanlar, “Maske – Mesafe ve Temizlik” diyor ve hala bunlara uymayan insanların varlığını hüzünle görüyorum.
Ve bende maalesef şunu sorgulamak zorunda kalıyorum:
“Çok basit önlemleri almayarak hem kendi hem de toplumun sağlığını riske atan insanların siyasi tercihine nasıl saygı duyarım…”
Öyle ya, kendi yaşamına saygı duymayan insanın siyasi tercihine nasıl güvenirim?
(*) Sedat memili Adana’nın Aynası – 1930 (Kafoğlu Yusuf İzzet’in anılarından)
(**) Age… Kafzade Yusuf İzzet’in anılarından
Fotoğraf: https://folk-portal.org/doga-ve-evren-ile-ilgili-bilgi-ve-uygulamalar/tezek/.html Doğanay Çevik Arşivi…