İttihatçılar yola istibdatı yıkmak, meşruti bir yönetim kurmak, dağılan İmparatorluğu Osmanlıcılık ideolojisi altında bir arada tutmak gayesi ile çıkmışlardı. Ulaştıkları sonuç daha koyu bir istibdat, başarısız olan emperyal hevesler ve kadim Ermeni halkının kırımı oldu.
Osmanlıcılık Türk milliyetçiliğinin keşfine, milliyetçilik güç merkezli bir devleti ayakta tutmak çabasına oradan da Enver’de Pan İslamizmle karışık Turancılığa dönüştü.
Erdoğan ileri demokrasi çağrısı ile İslamcılığını muhafazakar demokrasiye dönüştürerek yola çıktı. Geldiği yer şimdilerde devlet sınıflarını yeniden palazlandırmak, sermayeye hizmet de sınır tanımamak, devlet fraksiyonlarını zamklamak için Kürtleri ve itiraz eden herkesi kırımdan geçirmek.
Türkiye’nin ihtiyacı içeriği müphem ‘ güçlendirilmiş parlamenter sistem ‘ değil, kamil bir demokratik cumhuriyettir. Parlamenter sistem burjuva hiziplerinin devleti parlamento zemininde anlaşarak/uzlaşarak yönettikleri sistemin adıdır.
Geldiğimiz aşamada katılımın, tabana dayalı müzakereciliğin, geri çağrılmanın olmadığı bir sistemin ihtiyaçları karşılayamayacağı aşikardır. Sistem değişikliği talep eden siyasi partilerin hiçbirisinde Gezi’nin ortaya çıkardığı yeni demokrasi formlarının edinilmiş derslerini bir proğrama dönüştürme çabası yoktur.
Sistem değişikliği talep edenler daha ürettikleri taslaklara sahip çıkmaktan korkmakta, önerilerini yalanlamakta, ‘ güçlendirilmiş parlamenter sistem ‘ vaadi ile ne murad ettiklerini toplumun önüne koymadan sadece Erdoğan’ı yıkma hedefi gütmektedirler.
Hem geç Osmanlı hem de Cumhuriyet demokrasi ve özgürlük vaadi ile yola çıkanların son tahlilde bütün vaatlerinden uzaklaştıklarını vardıkları yerin despotizm olduğunun tarihidir aynı zamanda.
“Yeter söz milletindir “ haykırışı ile yola çıkanlar milleti vatan cepheleri ile ikiye böldü, yargı yetkisine el koyup muhaliflerini yargılamak için tahkikat komisyonları kurdu. Yahya Kemal anılarında içlerinde yer aldığı İttihatçıların çok sık fikir değiştirdiklerinden ve her niyete göre değişik fikirlere kapıldıklarından bahseder.
Bu tavrın temelinde de “ güç “ arayışı bulunduğunun altını çizer. Amaç sadece güce ulaşmak ve devlet aygıtını kontrol etmektir. Üstad siyasetçilerin düşünceyle, proğramla olan ilişkilerinin sığ olduğundan şikayet eder.
Literatürde buna pragmatizm denilse de burada olan tam böyle birşey değildir. Pragmatizm bir felsefi ekol olup bilgiye ulaşmada tecrübeye kıymet verir. Bilginin akıldan değil, ancak tecrübeden, yaşanmışlıktan ve pratikten çıkartılacağını vaz eder.
Kanaatimizce buna köksüzlük demek icap eder. Bağlanacak herhangi bir değerin , düşüncenin edinilememesi. Düşüncenin sürekli pratik zorunlulukların veya tercihlerin hizmetine sunulması. Buradan bir devlet felsefesi de ortaya çıkıyor, ancak onu dört başı mamur tahlil edebilmek bizim boyumuzu aşar.
Akçura Osmanlı’da çıkış için üretilen hal çarelerini değerlendirdiği meşhur yazısında son çare olarak elde milliyetçiliğin kaldığını söylemişti. Aslında bu çareler topluma değil devleti ayakta tutmaya yönelmiş reçetelerdi.
En son hal çaresi de koca imparatorluğun yıkımını engelleyememişti. Türkiye çok partili hayatında değişik proğramları denedi. Muhafazakarlık, milliyetçilik ve şimdilerde İslamcılık.
Gerçi İslamcıların bir kısmı Akp’yi İslamcı olarak değerlendirmiyor ise de bu durum uygulanan proğramın esasına etki etmeyen bir bakış açısı. Son tahlilde bütün proğramlar denendi ve başarısız olundu. İslamcılık şimdilerde bütün vaatlerini tüketti devlet milliyetçiliği ile çiftleşti. Ortaya çıkan alaturka ve benzeri olmayan bir sistem.
Üç yüzyıllık çağdaşlaşma, yüzelli yıllık parlamento, yüzyıla yaklaşan Cumhuriyet ve kesintilerle de olsa yetmiş yıllık çok partili demokrasi tecrübesine sahip memleket geldiği noktada ne alaturka faşizmi ne de hiçbir derde çare olamamış yavan bir parlamenter şarlatanlığı hak ediyor.