Kitabı Mukaddesi Kim Yazdı? (2)

Hacı Hüseyin Kılınç

İbraniler, Perslilerin egemen oldukları bir dünyadan pek şikâyetçi değillerdi. Babil yıkılıp Helenlerin bilinen dünyanın kontrolünü eline geçirdikleri zaman aralığı içinde İbraniler, görece en iyi zamanlarını yaşadılar. Yunaniler Perslileri, hem edebiyatları hem de tarih yazımlarında kötüleyip ötekileştirirken, İbraniler onları hayırla andı. Çünkü Babil sürgünü sonrasında İbranilerin Kenan ülkesine dönmesine Persliler izin vermişti.

Elli yıllık sürgünden sonra Pers Kralı Kyros, ülkelerine dönmelerine izin verdiği gibi tapınaklarını yeniden yapmalarına da ses çıkarmadı. Hatta Babil’e getirdikleri kutsal eşyaları geri götürmelerine ve tapınağı bunlarla yeniden donatmalarına da destek verdi. Bunun gerekçesi Perslilerin egemenlikleri altına aldıkları ülkelerin inançlarına karışmama politikasında yatıyordu. Persliler ne despotik imparatorluklar Asur ve Babil gibi ne de çoktanrıcılığa inanan Helenler gibi, İbranilerin inancına karışmamış, katliamdan geçirmemiş ve tapınaklarını yerle bir etmemişti. İbranilerde, Roma’nın resmi dini haline getireceği Hıristiyanlığın tanrısı İsa’da olduğu gibi, onların tanrısını katletmemişti. İki dinin de birbirine benzeyen yanları vardı. Her ikisi de ölüler konusunda saplantılı bir saflık ile, temizlik konusunda aşırı bir titizliğe sahipti. Persliler İbranilerin günlük alışkanlıklarını hoşgörü veya vurdumduymazlıkla karşılıyordu.

Pers kralı Artakserkses sarayında sakiliğini ve vekilliğini yapan ve en güvenilir adamlarından birisi saydığı Nehemya’yı Kudüs’e vali olarak gönderdi. Kitaba göre kralın Davud soyundan gelen birisi olması lazımdı. Çünkü RAB Davud ve soyuna ne kadar öfkelense de Kudüs’ü her hal ve kayıtta onlara verdiğini söylemişti. Ama Nehemya kral değil bir vekildi. Pers kralına yaptığı hizmetlerle güvenini kazanmıştı. O da bir bürokratını şimdi İbranilerin kutsal şehrine vali olarak gönderiyordu.

Krallık olmadığı için siyasi otorite ile dinsel otorite birbirinden ayrılmıştı. Siyasi otoriteyi vali Nehemya üstlenirken dinsel otorite kâtip ve rahip olan Ezra’daydı. Kâtiplik resmi yazıcılıktı. Bu sayede kendilerinden önce yazılmış her şeye ulaşabildikleri gibi yazılanları düzeltme, ilaveler yapma haklarına da sahiptiler. Rahiplik ise bir tür kâhinlikti. Tıpkı peygamberlerde olduğu gibi görü sahibiydiler.

Yeni yapılan surların önünde Ezra elindeki kağıttan tomarlardan topluluğa ilk defa, Yunanilerin Pentatök (beş kitap), İbranilerin Tora (talimat/yasa) dedikleri, Musa’ya ait olduğuna inanılan kitabı okumaya başladı. İbraniler için okuma yüksek sesle yapılan bir şeydi ve aynı zamanda performatifti. Kitabın Tanrı kelamı değil insan mahsulü tarihi bir belge olduğunu söyleyecek olan Spinoza Ezra’yı Tora’nın yazarı olarak görüyordu.

Kitabı Mukaddese yüzyıllarca kutsal bir kitap gibi yaklaşıldı. İlk beş kitap Musa’nın başından geçenleri anlattığı için, ona indirilmiş ve onun tarafından bir araya getirilmiş sayılıyordu. Ancak Tesniye olarak bilinen, önceki dört kitabın tekrarı ve Musa’nın bir tür vedası sayabileceğimiz kitapta Musa kendinden üçüncü bir kişiymiş gibi bahsediyordu. Yine kitaplarda bariz uyumsuzluklar ve tekrarlar olduğu gibi çelişen şeylerde bulunuyordu. Dikkat çeken bu çelişkiler ya görmezden gelindi ya da Origenes’in yaptığı gibi bunlar görünür çelişkiler ve yorumla bunları gidermek mümkün denilerek apolojist bir tutum alındı. Musa’nın anlatımındaki ifade bozuklukları ise peygamberliği ile açıklandı.

Bütün ortaçağlar boyunca kitapta kendini açık eden uyumsuzlukların üzerine giden teologlar çıktı. En sonunda rabbiler tarafından bizzat eğitilmiş ve çok iyi bir İbranicesi olan Spinoza, ‘Pentatök’ü Musa’nın değil de Musa’dan çok sonra yaşayan başka birinin yazdığını, öğle vakti parlayan bir güneşten daha açık bir biçimde ortadadır’ diyerek iddia edecek ve bu iddiasının bedelini çok ağır biçimde ödeyecek, cemaatten aforoz edileceği gibi suikaste de uğrayacaktı. Eserini Spinoza’ya karşı bir polemik metni olarak kaleme alan ve Protestanlıktan Katolikliğe dönmüş bir rahip olan Simon ise Pentatök’ün Musa tarafından kaleme alınmakla birlikte katiplerin bunlara ilaveler yaptığını söyleyen ilk kişi olacaktı. Simon’un iddiaları uyumsuzluklara, tekrarlara mantıksal bir açıklama sunuyordu. Metnin ilk haline yapılan ilaveler uyumsuzluğa yol açmıştı. Ama yine de kitabın kutsallığına toz kondurmak istemeyenler, bunlarda bir hikmet olduğunu söylemeye devam etti.

18 ve 19.yüzyıllarda devam eden araştırmalar neticesinde kitapta ikiTanrı’dan bahsedildiği, Tesniye’nin kendinden önceki kitaplardan büsbütün farklı olduğu, her hikâyenin iki hatta üç farklı versiyonunun bulunduğu tespit edildi. Ancak arkeolojik çalışmalar daha henüz sonuçlarını vermeye başlamadığından bu müdahalelerin ne zaman yapıldığı saptanamıyordu. Kitapta farklı özelliklere sahip iki Tanrı’ya rastlanıyordu. Bunlar İbranilerin ülkesinin birbirinden farklı krallıklara ayrıldıkları dönemlerin ürünüydü. (J) kodu verilen ve Yahve olarak bilinen Tanrı Yahuda’ya aitti. Freud Yahve’nin bir çöl tanrısı olduğunu söyleyecekti. Yahve katledilen asıl Musa’nın değil Yahve’ye inanmış ikinci Musa’nın tanrısıydı. İtibarı iade edilen Musa ile Yahve uzlaştırılmış Yahuda’nın Tanrısı doğmuştu. (E) olarak kodlanan tanrı ise kuzeydeki İsrail krallığına aitti. Her iki tanrıda başlangıçta bölgede çok yaygın olan tabiat/üretkenlik dinlerinin tanrılarına benziyordu. Tarımcı ve çobanıl toplumlar oldukları için doğayı dikkatle takip ediyorlardı. Mısır’da kısa da olsa Aten deneyimi yaşanmış ve Akheneton döneminde ilk defa tek tanrıcılığa geçiş yaşanmıştı. (J) ve (E) tanrıları tektanrıcılığın ilk aşamalarından derin izler taşıyordu.

Bu yazıda çalışmasından yararlandığımız ve yazı ile aynı başlığa sahip bir kitapta yazan R.E.Friedman’a göre Alman oryantalist ve teolog Julius Wellhausen Kitabı Mukaddes yazarlarının kim olduğu konusunda özel yere sahip biriydi. Onun çalışmaları son noktayı koymuştu. Kendinden önceki tüm birikimi sistematize etmiş, bir araya getirmişti. Wellhausen’e göre Kitabı Mukaddesin dört ayrı yazarı vardı. (J) ve (E) ’deki hikâye ve yasaları inceledi ve bunların başlangıç olduğunu söyledi. Tesniye’nin manevi-ahlaksal aşamayı temsil ettiğini ve bu nedenle (D) olarak kodlanması gerektiğini belirtti. (P)ise kâhinler aşamasıydı ve bu dönemde kurban, ibadet ve bayramlar olmak üzere bir dizi ritüelin temel nitelikleri ortaya çıkarılmıştı. Hegel’in Tinin tarihte katettiği yolculuğu anlattığı görüşlerinden oldukça etkilenmiş görünen Wellhausen’e göre kitap, her şeyden önce tarihsel bir metindi. Teolog sentetik bir çalışmaya imza atarak kitabı önce parçalara ayırmış ve her parçanın hangi tarihi dönemlerde ortaya çıktığını göstermişti. Wellhausen arkeolojik çalışmalara pek itibar etmemiş iddialarına dayanak olarak edebi metin çözümlemeleri ile tarihselci yöntemi almıştı.

Ama Mısır’ın Napolyon tarafından fethedilmesi ile birlikte Kitabı Mukaddesin yazıldığı topraklara olan ilgi de artacaktı. Napolyon Mısır seferine yüzlerce bilim insanını götürecekti. Emperyalizm çağı ile birlikte oryantalizm, Batı’nın doğuya ilişkin merak ve ilgilerini tatmin edecek bir bilim haline geldiği gibi onları egemenlikleri altında tutmanın bilgisini de sağlayacaktı. Batı kendi köklerini bu topraklarda aramaya çıkmıştı. Bölge hem doğal zenginlikleri hem de tarihsel mirası ile büyük bir ilgi konusu olacaktı. Arkeolojik çalışmalarda bir patlama yaşanacak ve elde edilen bulgular tarihin yeni baştan yazımına neden olacaktı. Daha ne Ölü Deniz Yazmaları’nın saklandığı küplere rastlanmıştı ne de Ketef Hinnom’daki mağaralardaki tılsımlara ulaşılmıştı. Arkeolojik keşifler Kitabı Mukaddesin kim tarafından yazıldığı sorusuna daha sağlam cevaplar vermeye imkân sağlayacaktı.