Geçtiğimiz günlerde vefat eden ABD’nin eski Ulusal Güvenlik Danışmanı ve Dışişleri Bakanı Henry Kissenger öldüğünde yüz yaşındaydı. Hırs ve ihtirasları ile kendisini ancak devrim sonrası Avrupa’yı biçimlendirmiş, gerici bir restorasyona liderlik yapmış Avusturya Başbakanı Metternich’e, demir yumruk altında Alman birliğini tesis etmiş Bismarck’a, güneş görmeyen bir imparatorluğu ayakta tutabilmek için hayatını adamış W.Churchill’e benzetebilecek birinden söz ediyoruz. Onlarla mukayese edilmek ve tarih terazisine onlarla beraber çıkabilmek bu kısa boylu adamın hiç şüphesiz çok hoşuna giderdi. Metternich 1815 tarihli Viyana anlaşmalarının mimarıydı. Bu anlaşmalar ile Fransız Devrimi’nin bozduğu Avrupa gericiliği yeniden tahkim ediliyor ve çarlık Rusya’sı bir koçbaşı olarak sistemin içine alınıyordu. Metternich ’in kurduğu düzen 1848 ihtilallerine kadar ayakta kalacaktı. Bismarck orta boy bir krallık olan Prusya’yı önce Avusturya’yı sonra da Fransa’yı savaş meydanlarında yenerek kara Avrupa’sının en büyük gücü haline getirmişti. Sedan muharebelerinde kazanılan zaferler yüzlerce yıl dağınık bir halde yaşayan Almanların birliğine nihai noktayı koymuş ve Germen İmparatorluğu yeniden ihya edilmişti. Churchill ise uzun askeri ve siyasi kariyerini bir ‘tory’ olarak ‘üzerinde güneş batmayan imparatorluk’ olarak bilinen Britanya Krallığı’nın ömrünü mümkün olduğunca uzatmaya adamakla tamamlamıştı. Donanma ve Savaş Bakanı olarak 1.savaş sırasında İngiliz Ordusuna komuta etmiş, 2.savaş sırasında ise Başbakanlık yapmıştı. Ülkesinde bir ulusal kahraman kabul ediliyordu. Bu popülarite ile savaştan sonraki seçimi kazanacağını düşünürken İşçi Partisi karşısında aldığı hezimet ile siyasetten çekilecekti.
Kissenger’a sorulmuş olsa o da kendine dair böyle hikâyeler anlatırdı hiç kuşkusuz. En başta soğuk savaşa son veren kilometre taşlarını kendinin döşediğini söylerdi. Çin ile ABD arasındaki yakınlaşmanın hiç kuşkusuz mimarı oydu. Nixon’un Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak Çin ile Sovyetler arasındaki gerilimleri dikkatli biçimde izlemiş ve Çin ile yakınlaşmanın gerekliliğine Amerikan yönetimini ikna etmişti. Uzun bir süre gizli bir biçimde devam eden diplomatik temaslar Nixon’un 1971 yılında Pekin’i ziyaretiyle birlikte alenileşecek ve tüm dünya büyük bir şaşkınlığa sürüklenecekti. Çin lideri Mao’nun ağzından defalarca ABD’yi ‘büyük şeytan’ ilan etmişti. Kore Savaşı’nda ve Vietnam’da iki ülkenin orduları karşı karşıya gelmişlerdi. Çin Kore ikiye bölündüğünde Kuzey’deki rejimin hamiliğini üstlenmiş, Vietnam Savaşı’nda ise Vietkong gerillalarından yana olmuştu. Çin’in kapitalist dünyanın lideri ABD ile barışması Sovyetlere vurulmuş büyük bir darbeydi. Çin bunun ödülünü 1972 yılında BM’ye üye olmakla alacak, Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesinden biri sayılacak ve veto kartını cebine indirecekti. Çin uluslararası ilişkiler sistemine cebinde veto kartı olan güçlü bir oyuncu olarak yeniden dönüyordu. Çin ile yapılan barış uzatmalı Vietnam Savaşı’nın da sonunu getirecekti. Savaşa son veren barış anlaşması 1975 yılında taraflarca imzalandığında Kissenger artık Gerald Ford kabinesinin Dışişleri Bakanı’ydı. Kissenger Çin’i Sovyetlerden uzaklaştırıp ABD’nin yanına çektiği gibi yaklaşık çeyrek asırdır devam eden uzak Asya’daki savaşa da son verdirmişti. Bu iki gelişme bile tarih panteonuna kaydedilmek için yeterli değil miydi?
Carter döneminin Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski Taliban Afganistan’da iktidara geldiğinde bir soruya verdiği cevapta ‘soğuk savaşın kazanılması karşısında Taliban’ın esamesi mi olur’ diyecekti. Yeşil Kuşak projesinin mimarına göre koskoca Sovyetler çökmüş, sosyalizm bir daha belini doğrultamayacağı tarihsel bir yenilgi almış, doğu Avrupa’nın eski komünist ülkeleri hızla kapitalist restorasyon yönünde ilerler ve NATO ile AB üyesi olurken kuş uçmaz kervan geçmez Hindikuş dağlarında Taliban’ın iktidara gelmesinin ne hükmü vardı ki? Aynı vurdumduymaz ve kibirli tavra Kissenger’da da rastlarız. 1970 yılında Şili’de Salvador Allande demokratik yollarla iktidara gelmişti. Eylül ayında yapılan seçimlerde Halkın Birliği Partisi oyların %36,2 alarak birinci parti olmuştu. Küçük partilerde onu desteklediği için parlamentodan güvenoyu alarak iktidara gelme imkânı doğmuştu. Allande sosyalizme inanan, şiddetle arasına kalın çizgiler çekmiş, Sovyetlere sempati beslemeyen biriydi. Ama Allande’nin iktidarı ABD emperyalizmi ile organik ilişkileri olan oligarşiyi rahatsız ediyordu. Daha seçim olmadan önce ordu içindeki faşist cuntalar ile belli sermaye çevreleri harekete geçmeye başlamıştı. Kissinger sonradan onunla özdeşleşecek olan ‘iki otoban-çift yol projesini’ çoktan hazırlamıştı. Kissinger bu yıllarda Ulusal Güvenlik Danışmanı olduğu gibi CIA’nın yurt dışındaki tüm operasyonlarında nihai karar verici organ olan 40’lar Komitesi’nin de başındaki kişiydi. Hem Başkan adın resmi politikayı takip ediyor hem de gizli operasyonlar konusunda son kararı veriyordu. Kissinger’ın tüm yaşamı böyle olacaktı. Aldığı resmi görevlerle yetinmeyecek bir dizi illegal icraatında altına imza atacaktı. Kissinger Şili halkının demokratik tercihlerine asla saygı duymayacak ve şu sözü sarf edecekti: ‘sırf halkı sorumsuz diye bir halkın Marksist olmasına izin mi vereceğiz?’.
Kissinger bu sözde berraklaştığı gibi katı bir anti-komünistti. Halkların demokratik tercihlerine en küçük bir saygısı bulunmuyordu. Ülkelerin egemenlik haklarının onun indinde hiçbir değeri yoktu. Anılarında, darbe yaparak iktidara el koymuş Pinochet’i insan hakları gibi meselelerde dikkatli olması konusunda uyardığını söylerken toplantı tutanaklarını tutan diplomat tam tersini söyleyecekti. Kissinger basın karşısında yapacağı konuşmanın metnini Pinochet’ye önceden vermiş, özür bildirircesine bunları kamuoyu karşısında söylemek zorunda olduğunu dile getirmiş en sonunda da bir darbecinin, diktatörün sırtını sıvazlarcasına ‘siz dünyanın dört bir yanındaki solcu gurupların bir kurbanısınız ve en büyük günahınız komünist rejime dönüşmekte yolunda olan bir hükümeti devirmeyi başarmak olmanızdır’ diyecek kadar ikiyüzlüdür. Güç kullanmak konusunda pervasız bir karaktere sahipti. Her hangi bir değer veya ilkeye inanmıyordu. Nixon tarafından 1968 seçimlerinden sonra Ulusal Güvenlik Danışmanlığı’na atanmadan önce David Rockofeller’in danışmanlığını yapıyordu. Rockofeller ailesine yakınlığı nedeniyle Paris’te devam eden Vietnam Savaşı ile ilgili barış görüşmelerinden anında haberdar oluyordu. Çok gizli bilgilere ulaşıyordu. Eğer bir barış anlaşması imzalanırsa ABD kamuoyunda ciddi tepkiler almaya başlayan savaş sona erecek ve iktidarda olan Demokratlar seçime avantajlı girmiş olacaktı. Bir barış ihtimali Nixon’u ve cumhuriyetçileri dehşete düşürüyordu.
Nixon’un Watergate skandalı ile gün yüzüne çıkan sicili aslında çok erken başlamıştı. 1968 seçimlerine hazırlanan ve devlet aygıtındaki tüm destekçileri ile rakibi Demokratları dinlemeye alan Nixon en çok Paris’te devam eden barış müzakerelerine ilgi gösteriyordu. Olası bir barış seçimin kaybedilmesi anlamına geliyordu. Kissenger her zamanki gibi ikili oynuyor ve güç dengelerine bakıyordu. Nixon ve Kissenger el altından Güney Vietnam Devlet Başkanı Nguyen Van Thieu’ye haber göndererek masadan kalkmasını, seçimleri alırlarsa daha avantajlı şartlarda masaya oturacağını ve kazançlı çıkacağını söylediler ve ikna ettiler. Bu savaşın yedi yıl daha uzaması demekti. 1975 anlaşmasının koşulları ile Paris’de ortaya çıkan çerçeve metin arasında çok da fazla bir fark yoktu. Yedi yıl boyunca taraflar savaşmaya devam ettiler. Savaş Kamboçya ve Laos’u da içine alacak şekilde genişledi. Kissenger’ın suç kaydını tutan ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanması gerektiğini ileri süren ünlü gazeteci Christopher Hitchens resmi rakamlara göre 31.205 ABD, 86.101 Güney Vietnam askerinin ve düşman kategorisinde 475.609 Vietkonglu’nun hayatını kaybettiğini söyleyecekti. ABD Senatosu Mülteci Alt Komisyonu sadece dört yıllık sürede 3 milyon sivilin öldüğünü, evsiz kaldığını ve yaralandığını tespit etmişti. 1968 ile 1972 yılları arsında ABD Vietnam’a 4,5 milyon ton patlayıcı madde atmıştı.
Hitchens Nixon döneminde ABD’nin tam bir haydut devlet gibi davrandığını iddia edecekti. Devleti ele geçirmiş bir çete sırf kendi iktidarlarını sürdürmek için dünyayı bir felakete sürüklemişti. Seçimleri kazanmak için rakiplerini dinletmiş, takip ettirmiş ve elde ettiği gizli bilgileri kendi yararları için kullanmıştı. Ülkeyi yoran ve kamuoyundan ciddi tepkiler alan bir savaşı sürdürmek için barış imkânını sabote etmişler ve milyonlarca insanın ölmesine neden olmuşlardı. Kissinger hırsı ve ihtirası ile bu çetenin en başında geliyordu. Güç kullanmaktan zerre kaçınmıyordu. Devlet içindeki güç alanını her geçen gün arttırıyor bazan doğrudan başkana ait yetkileri kullanıyordu. Çift yol dediği sistem ile resmiyetin, hukukun dışında kanalları zorluyor ve yasadışı işlerin altına imza atıyordu. Emekliliğinde bol paralı sözleşmelerle dünya oligarklarına hizmet etmeye devam edecek ve kendini bir diplomasi gurusu olarak pazarlayacak adamın ardında bölesi kabarık bir suç dosyası vardı.