‘Kısa 20.Yüzyıl‘

Hacı Hüseyin Kılınç

Başlık bize ait değil. Sir ünvanlı büyük tarihçi E.J.Hobsbawm’a ait. Bir 19.yüzyıl uzmanı olan tarihçi uzun ondokuzuncu yüzyıla karşılık yirminci yüzyılın çok kısa sürdüğünü söyler. 19.yüzyıl Fransız devrimiyle başlamış ve 1.Dünya savaşı ile sona ermiştir. ‘ Aşırılıklar Çağı ‘ diye nitelendirdiği 20.yüzyıl ilk dünya savaşı ile başlamış ve asra gerçek damgasını vuran komünizm hayaletinin çökmesi ile 1989’da sona ermiştir. Bir çağa damga vuran gerçek dinamikleri idrak etmeden tikel olguları anlayabilmek mümkün değildir. Büyük kuramcılar olaylara daima dünya tarihsel yaklaşmıştır. Hegel’de, Marx’da tarih Avrupa’da yazılırken ve zaman zaman Avrupamerkezcilik denilen bakış ile malül olmuş iseler de çoğunluk bu bakışın esiri olmamışlardır. Büyüklüklerini ve zekalarını dünya tarihsel düşünebilmelerine borçludurlar. Önlerindeki maddi güçlerin sınırsız bir yayılım yeteneğine sahip olduğunu erken anlamışlardı. Bir seri olacağını umduğumuz bu dizide onların çağrısına uyarak dünya tarihsel düşünüp, maddi güçleri Jameson’un dediği gibi daima tarihselleştirmeye çalışacağız. Yazının ilham kaynağı Brezilya seçimleri olacak. Umarım oraya kadar takatimizi kaybetmeyiz. Başlayalım o zaman. 

Dünya tarihsel ölçekte Avrupa’da rüzgar faşizmden yana doğru eserken Güney Amerika’da sol rüzgarı ardına almış gözüküyor. Kapitalizmin uzun dönemli krizi başka bir tercihe fırsat vermiyor. Yapısallaşmış kriz dinamikleri merkez siyasetleri hızla ıskartaya ayırıyor. 

19.yüzyılın son çeyreğine girerken başlayan uzun dalga krizi beraberinde kapitalizmin kabuk değiştirmesini getirmişti. Burjuva ideolojisi gericileşiyor ve sosyal darwinizm ile ırkçılığa tutunmaya çalışıyordu. Sol ise giderek daha fazla sosyalist dünya görüşünün etkisi altına giriyordu. Bilimsel dünya görüşü olarak ise pozitivizmle malul bir Marksizm egemenliğini ilan ediyordu. Lenin bu gelişmeleri yeni bir aşama olarak sistematize etti ve emperyalizm olarak kavramlaştırdı. Emperyalizm kapitalizmin tarihinde yeni bir aşamaydı. Lenin bu aşamanın ana karakterinin çürüme ve asalaklık olduğunu söylüyordu. Emperyalizm paylaşım kavgalarını tırmandırıyor ve savaşı ciddi bir seçenek olarak insanlığın karşısına getiriyordu. Lenin öngörülerinde haklı çıktı. Dünya nüfusu yaklaşık iki milyar iken 65 milyon insan silah altına alındı ve milyonlarca insan savaş nedeniyle hayatını kaybetti. 

Emperyalizmin doğasını tanıyamayanlar birinci savaşın içinde ve hemen sonrasında savaşın geçici bir eğilim olduğunu ileri sürdüler. Kautsky’e göre savaşsız bir emperyalizm mümkündü. Dünyayı aralarında paylaşan güçler aralarındaki sorunları bir savaşa gerek duymaksızın çözebilirlerdi. Savaş kapitalist uygarlığın değil aristokratik medeniyetlerin hakim ilişki biçimiydi. Temelinde de daha fazla toprağı işgal ve ilhak etmek arzusu yatmaktaydı. Savaşın başlıca müsebbibi olarak gösterilen Almanlar junkerleri tasfiye edebilmiş olsaydı savaşta çıkmayacaktı. Junkerlerin ordu, siyaset ve diğer kurumlardaki ağırlığı savaşı besleyen kültürü doğurmuştu. Sermayenin kültürü ise savaşa değil üretime, çatışmaya değil mübadeleye dayanıyordu. 

Sosyal demokrasinin milliyetçi ideolojiler tarafından içerilmesi işçi sınıfını siperlerde kendi sınıf kardeşlerini karşılıklı katletmeye itmişti. Modern ulus devletin resmî ideoloji olarak milliyetçiliği benimsemesi ve ideolojik aygıtlarıyla bunu herkese yapabilme kapasitesi güçlü bir karşı kültür oluşturabilmiş işçi sınıfı saflarını dahi etkisi altına alıyordu. Aldıkları onca kararla savaşa hayır diyeceğini ilan sosyal demokrasinin önderleri savaş tezkereleri parlementolarına geldiğinde bu güçlü dalgaya direnebilme ferasetini gösteremediler. Ulusal histeri onları da etkisi altına almıştı ve bu dalganın dışında durmayı beceremediler. Bürokratikleşen ve siyasal bir konfor alanına mahkum hale gelen liderlikler savaşı geçici bir olgu olarak görüyorlardı. İşçi sınıfları barış zamanı kardeşti ama savaş başladığında birbirlerine silahlarını doğrultabilirdi. 

İki savaş arası dönem birincinin yarattığı sorunların etkisinde geçti. Yeni bir dünya tarihsel olgu da sahneye çıkmıştı. Komünizm hayaleti yaşlı kıtanın merkezinde değil çeperinde dirilme şansı buldu. 19.yüzyılda Avrupa gericiliğinin kalesi olan Çarlık savaşın etkisiyle daha da hantallaştı ve çok az bir kayıpla iktidarını devrimci güçlere bırakmak zorunda kaldı. Kapitalist enternasyonal savaşın galip ve mağlupları olarak ikiye bölünürken her ikisinin de karşısına yeni bir enternasyonal dikiliyordu. Mağlup ülkeler ağır tazminat koşullarında krizden krize sürükleniyordu. 20’li yılların başındaki işçi ayaklanmaları kan ve barutla bastırılmıştı. Ama işçi sınıfının örgütlülükleri dağıtılamamıştı. İki savaş arası tarih kanla yazıldı. 

Sovyetlerdeki bürokratizasyon bir karşı devrimle sonlandı. Ekim devriminin mirası ile çelişkili bir birlikteliği olan bürokrasi Stalin’in şahsında iktidarı tam anlamıyla kontrolüne aldı. Devlet nasıl toplumun üzerinde yükselen bir ur idiyse Marx’a göre bürokraside ancak devrimin mirası ile çelişik birlikteliği içinde kendini var edebilirdi. Üretim araçlarına sahip olmaksızın, devrimin bu tarihsel atılımını karşısına almaksızın her türlü imtiyazdan yararlanabilirdi. Varlığını üretim araçları üzerindeki mülkiyete değil devrimin kazanımlarını siyaseten kontrol edebilmeye borçluydu. Bürokratik kastın dünya görüşü milli bir komünizmdi. Enternasyonalist olmayan bir sosyalizm tahayyülüne sahipti. Taktik politikaları kendi ihtiyaçlarına göre belirliyordu. 

İki savaş arasında dünya sahnesine üç güç hakimdi. Stalinist bürokrasi komünist partileri kontrol ederek onları bazan maceraperest politikalara bazan da düzen içi politikalara yönlendiriyordu. Aslolan kendi bürokratik çıkarlarıydı. Sosyal demokrat partiler kriz karşısında anlamlı politikalar geliştiremiyor ve güçlenen faşizm karşısında alternatif olamıyordu. Kriz en fazla faşist partileri güçlendiriyordu. Nazi partisinin dramatik yükselişi bu açıdan dikkat çekicidir. Sosyal demokratlar ve Komünistler birbirlerini yerken Naziler aradan sıyrılarak iktidara geldiler. Bu aymazlık dünyayı bir barbarlık çağına sürükledi . İnsanlığın imha güçlerinin boyutlarını ortaya çıkardı. 

Avrupa’yı bu felaketten Keynes kurtardı. İkinci savaş sonrasının 30 yıllık cennetini kapitalizm bu adama borçludur. Kapitalizm devrevi krizlerini Keynes herkesten daha iyi anlamıştı. Versay barışının yeniden savaş tohumları ektiğine dikkatleri çekmişti. Kapitalizme methiyeler dizmek yerine uzun vadede ölümlü olduğunu söylemişti. Kapitalizmde tam istihdam tam bir hayaldi. Piyasanın kendisi anarşinin ve kaosun döl yatağıydı. Arz ve talep dengesi bir fanteziden farksızdı. Görünmez el ancak devlet müdahaleciliği ile terbiye edildiğinde piyasaları sıhhate kavuşturabilirdi. Arz ve talep dengesi için devlet eksik tüketimi gideren önlemler almalı ve maaşları yükseltmeliydi. Günübirlik ve kısa vadeli düşünen sermayenin insafına bırakılacak bir kapitalizmin uzun vadede yaşama şansı yoktu. Bu nedenle devletin düzenleyici ve müdahaleci rolüne gereksinim vardı. 

Bloomsbury’li bir seçkin ve cinsel tercihleri çoğunluktan farklı olan bu adam kapitalizm ihtiyacı olan iksiri vermişti. Tarihsel kapitalizm onun sunduğu bu ilaç sayesinde tarihinde hiç tanık olmadığı bir refah dönemine kavuşmuştu. Bu dönem sosyal demokrat partilerin altın çağıydı. Birinci savaşta enkaz altında kalmış olan sosyal demokrasi tarihte ilk defa bir refah modelinin altına imza atıyordu. İngiltere başta olmak üzere her yerde altın çağlarını yaşadılar. Yeni bir birikim modelini ortaya çıkardılar. Bu model kapitalizmin genişleme evresine denk gelmişti. Sahte cennet petrol krizine kadar sürdü.