‘Kısa 20. Yüzyıl‘ (3)

Hacı Hüseyin Kılınç

Neo-Liberalizm sermayenin krizine bizzat sermaye tarafından verilmiş cevabın adıdır. Sermayenin sorunu içsel krizini aşmak için denediği her formülasyonun bir süre sonra ayak bağına dönüşmesidir. Sermayeye altın çağını yaşatmış olan fordizmde içsel çelişkilerinin ürünü olarak 70’lerin başından itibaren bir ayak bağına dönüşmüştü. Reeganizm, Theatcherizm ve Özalizm bu krize verilmiş farklı cevapları teşkil eder. 

Sermayenin krizine çözüm olarak geliştirilmiş görece yüksek işçi ücretleri ve bunun sağladığı emeğin yüksek örgütlülük düzeyi giderek sermaye için bir ayak bağı haline geldi. Neo-Liberalizm bu yapıları ortadan kaldırmak için sermaye adına geliştirilen formülasyondur. Neoliberal taarruza dünya tarihsel ölçekte soğuk savaşın yeni bir evresi de eşlik etti. Durgunlaşan, giderek çelişkilerini taşıyamaz noktaya gelen Sovyet bürakrasisi karşısında Neo-Liberalizm sosyalizme karşı yeni bir savaş başlattı. Dolayısıyla sermaye krizini atlatabilmek için işçi sınıfının kazanılmış tüm haklarını geriletmeye soyunurken artık neredeyse bir kadavra haline gelmiş olan bürokratik diktatörlükleri yıkmak içinde yeni bir başlık açmış oldu. 

İşçi sınıfının neoliberal taarruz karşısındaki yenilgisinin simgesel anı İngiltere’deki büyük madenci direnişinin yenilgiyle sonuçlanmasıdır. Hem İngiliz İşçi Partisinin omurgasını oluşturan hem de sınıf kültürünün maddeleşmiş hali olan madencilerin yenilgisi Batı’da sola vurulmuş büyük bir darbe anlamına geliyordu. Eşzamanlı olarak Sovyetler’de de gerontokratik bürokrasi ilk defa farklı bir seçeneği devreye koyarak Gorbaçov’u iktidara taşıyordu. Geçenlerde hayatını kaybeden Gorbaçov Batı kapitalizmine ve tüketim kültürüne hayranlığını gizlemeyen birisiydi. Tercih edilmesinin nedeni yönettiği işletmelerde hayata geçirdiği yöntemlerin sağladığı göreli başarıydı. Gorbaçov soğuk savaşın bu yeni evresinde savaşı tırmandırmak yerine Batı ile her alanda uzlaşmayı tercih etti. 

Trotsky 1936’da kaleme aldığı ve yirminci yüzyılın baş yapıtlarından kabul edilmesi gereken ‘ İhanete Uğrayan Devrim ‘ kitabında bürokrasinin tarihsel dramını net biçimde ortaya koymuştu. İşçi sınıfının üzerinde yükselen bir safra olarak bürokrasi ya bir politik devrimle iktidardan uzaklaştırılacak ve proletarya demokrasisinin sonuna kadar önü açılacaktı ya da bürokrasi siyasi imtiyazlarını bir karşı devrimle mülkiyet sahipliğine taşıyacaktı. 1989’da Sovyet düzeni çökerken ve hemen akabinde 1991 yılında Doğu Avrupa’daki rejimler iskambilden şatolar gibi ard arda yıkılırken olan biten bundan başka birşey değildi. 20.yüzyıl boyunca sosyalizmin çarpık bir algısına sebebiyet vererek onun dünya çapında gözden düşmesine neden olan bürokratik diktatörlükler kendi içsel çelişkilerinin birikmesi sonucunda yerle yeksan oldular. Yıkıcıları ise bizzat sözde komünist parti bürokratlarıydı. Baş yıkıcılardan birisi olan ayyaş Yeltsin Moskova’daki parti bürokrasisinin başındaki adamdı. Şimdinin Rus diktatörü Putin ise o vakitler KGB’nin Doğu Almanya sorumlusuydu. 

20.yüzyılın tarihini komünizmin tarihini anlamadan kavrayabilmek mümkün değildir. Hem başlangıcına hem de sona erişine komünizm hayaleti damga vurmuştur. Başlangıç insanlık tarihi açısından gökyüzünü fethetmek gibi imkansız bir şeyi başarmak anlamını taşıyordu. Ezilen insanlar ilk defa iktidara uzanıyor ve kendi kendilerini yönetme çağını başlatıyordu. Geri bir ülkede insanlık adına başlatılanlar muazzamdı. Kadınlar ve çocuklar en ileri haklarla donatılıyor ve on üç ülkenin devrimi yıkmak için başlattığı emperyalist işgale yoksul bir halk imkansızı başararak karşı koyuyordu. Kültür sonuna kadar özgürleştiriliyor ve insanlığın tüm ilerici birikimini kucaklıyordu. Cahilliği yenmek için büyük bir seferberlik başlatılıyordu. Devrimler gerçekten de yaratıcı atılım dönemleridir. 

Yıkılış ise insanlık tarihinde bir Fransız düşünürünün dediği gibi ‘ Yeni Bir Ortaçağ’ ın kapısını açmıştı. Kapitalizmin propagandistleri ise her yere özgürlük ve demokrasinin geleceğini muştuluyordu. Adeta cinin şişeden çıkması gibi birden bire her yere kötülük yayılmaya başladı. Sovyet ve Doğu Avrupa halkları bir tüketim çılgınlığı içinde açlık ve yoksulluğa doğru koşarken dünyanın geri kalanını mezhep savaşları, milliyetçi çatışmalar kapladı. ABD emperyalizmi yıkımdan en büyük payı kapabilmek için hemen Ortadoğu ve Avrupa’ya dair planlarını harekete geçirdi. 1.Körfez Savaşı, Yugoslavya’nın parçalanması ve Balkanlarda yeniden hortlatılan milliyetçilikler bastırılanın yeniden dönüşü gibiydi.   

Tüm bu yıkıma dünyayı toz pembe gösteren bir ideoloji eşlik ediyordu. Bu ideoloji bildiğimiz emperyalizmin yeni bir kılığa bürünmüş halinden başka birşey değildi: küreselleşme. Sovyet düzeninin çökmesi sosyalizmin büyük bir itibar kaybıyla sonuçlanmadı sadece. Bu her türlü sol düşüncenin de ağır bir bunalıma girmesini beraberinde getirdi. Solun büyük bir kısmı bu basıncın etkisi altında soldan uzaklaşmaya ve eski olan bir şeyi yeni gibi keşfetmeye başladı: liberalizm.