İnsanların çevresiyle, siyasetin de insanlarla ilişki ve bağ için kullandığı dil ya da yöntem, toplumların bilinçaltına işlenir. Toplumların ve siyasetin derinliklerinde yatan ancak gözle görülemeyen bu sinir ağı, toplumun ve siyasetin tabiatının ve geçirdikleri değişimlerin nabzını tutar, bu değişimlerin kitleselleşmesi, ve en derin köklere kadar yayılmasını sağlar. İçinde bulunulan zamanın ruhu, mevcut siyasi iklim ve yürütülen mühendislik çalışmaları ise, toplumdan gelen ve siyasete yansıması gereken bu değişimlerin geçici olarak da olsa etkisini baskılıyor, sınırını çiziyor. Geçen haftaki yazımda bundan, zamanın, mekanın geçmişini değiştiremese de geleceğini dönüştürücü etkisi olarak bahsetmiştim.
Günümüzde yaşanan güçlü altüstlere rağmen gerek Türkiye'de, gerekse de farklı partilerin parti içi tartışmalarında var olan siyasi iklim ve bu iklimin sınırlarını çizdiği düzleme başka bir içerik kazandırarak boyut atlatacak güçlü bir siyasi iradenin ortaya çık(a)mamasının nedeni, bu iradeyi gerçekleştirecek birikimin olmamasından değil, zamanın ruhu ile olgunlaşan şartların aynı ana denk gelmemesi olarak görebiliriz.
Bunun gerçekleşebilmesi, yani 'o gün' için, içerideki şartların olgunlaşması yetmiyor. Tüm topluma etki edecek bir güç yaratmak ve yanı sıra bunu uygulayabilmek için gereken dışsal etkilerin (gücün) de hazır olması gerekiyor.
Yine bunun için de, hedef alınanların zihninin aynı salam dilimleri gibi olabildiğince ince ince dilimlenmesi, her dilimin de yine her insanda farklı bir karşıtlığının üretilmesi, zihinlerin her bir hücresinin en basit bir konuda dahi anlaşamayacak şekilde atomize edilmesi ve böylelikle her meseleyi karmaşıklaştırıp içinden çıkılmaz hale getirip, en sonunda hepsini birden aynı çıkışa yönlendirmek üzere rıza üretmek ya da razı etmek gerekebiliyor.
Ülkemizde buna benzer bir çok uygulamaya tanıklık etsek de son yıllarda öne çıkan birkaç örnekten söz edebiliriz;
12 Eylül darbesine zemin hazırlayıp gerçekleştiren ordunun başı Kenan Evren'in, askeri müdahale için neden bu kadar beklediklerini, neden yüzlerce, binlerce genç ölmeden müdahale etmediklerini soran bir gazeteciye "Şartların olgunlaşmasını bekledik." demesi;
İki siyasi partiye, içerideki şartların olgunlaşması ya da olgunlaştırılmasıyla, dışarıdan da destek verilip yön belirlenmesi sonucu Erbakan'ın Milli Görüşünün parçalanarak AKP'nin kurulması;
Yine dışarıdakilerin teşviki, onayı, uygulaması ve desteği, içeriden ise Önder Sav eliyle 2010 yılında Deniz Baykal'a karşı yürütülen darbe ile şimdiki CHP'nin tesis edilmesi;
Son olarak da 15 Temmuz darbesi ve ardından ilan edilen olağanüstü hal süreçlerini sayabiliriz.
Şimdi bir kez daha, Milli Görüş çizgisiyle küresel sermayeye yeteri kadar yakın durmayan Necmettin Erbakan'ın partisini parçalayarak Abdullatif Şener'e, Ali Babacan'a, Bülent Arınç'a ve tabii ki Recep Tayyip Erdoğan'a yeni bir gelecek sunarak AKP'yi kurduran ve sonrasında da sarıp sarmalayarak iktidara getiren 'şartlar'ın değiştiği görülüyor. Erdoğan, aynı Arınç ve Şener gibi eski Başbakanı Ahmet Davutoğlu ile 15 yıl boyunca ekonomiyi teslim ettiği Babacan'ın şimdi neden karşı safa geçtiğini herkesten daha iyi biliyordur kuşkusuz.
Erdoğan, toplumda birken öfkenin faturasının kendisine kesileceğini fark edeli çok olmuş olmalı. O zamandan beri ise batıdan ne tamamen koparak, ne de tamamen teslim olarak, kendince mesafeli bir ilişki kurarak iktidarını korumaya çalışıyor. Bu kısmı artık az çok herkes çözdü.
Oysa Erdoğan'ı yeteri kadar uzun bir süre geçtiği halde koltuktan indiremeyen muhalefete (CHP) karşı biriken ve Kılıçdaroğlu'na kanalize edilmek istenen tepkinin ise nasıl sonuçlanacağını, nereye varacağını henüz bilemiyoruz. Elbette, Erdoğan'a karşı girdiği her seçimi kaybetse de, parti içi sayısız seçim tecrübesine sahip olan Kılıçdaroğlu'nun da yeterli tecrübeye sahip olduğu bir gerçek.
Kemal Kılıçdaroğlu, önünde duran yolun muhtemelen çıkmaz olduğunu bilecek tecrübede:
Kaybedecek olsa da Cumhurbaşkanı adayı olarak son savaşının komutanı olmak isteyebilir. Ancak bu sadece kendi tercihine kalmayabilir. Zira Erdoğan'dan kurtulmak isteyen ama Kılıçdaroğlu'nun da ona karşı girdiği her seçimi kaybettiği gibi yine kazanamayabileceğini düşünenler buna razı gelmeyebilir, adaylığına 6'lı masa içerisinden ya da başka araçlarla engel olur veya olmak isteyebilirler.
Her halükarda Kılıçdaroğlu, kendisi de kaybettiği İstanbul seçimleri sonrası yurt gezisine çıkarak Genel Başkanlığa talip olduğunu gösterdiği ve yukarıda sözünü ettiğim iç ve dış şartların birleşmesiyle de Genel Başkan olduğunu bildiği için, bugün İstanbul Belediye Başkanı olarak Ekrem İmamoğlu'nun başlattığı yurt gezilerinin anlamını ve neye tekabül edeceğini de çok iyi biliyor olmalı. Koltuğu için girişeceği mücadele çok çetin olacak gibi görünüyor.
Zira, İmamoğlu da aynı kendisinin Genel Başkan olurken izlediği yol gibi, hem de Belediye Başkanı olarak ondan daha güçlü bir şekilde, yurt gezilerine başladı ve nihayetinde bu gezi (İmamoğlu'nun siyasi yasağı sona erdiğinde) yine muhtemelen Ankara'da bitecektir.
Tabii bu noktaya gelinmiş olması Sayın Kılıçdaroğlu dışında kimsenin suçu da değil. Erdoğan'ı da süpürecek halkçı, kamucu, bağımsızlıkçı bir Cumhuriyet perspektifi oluşturarak partisini doğru hamleler ve doğru isimlerle büyütmek yerine, sadece Erdoğan'ı iktidardan uzaklaştırma hedefli neoliberalizm saflarına savruldu. 'CHP değişti, CHP halkın partisi oldu, CHP statükodan, sırtındaki bagajlardan kurtuldu' diyerek partiyi Cumhuriyet değerlerinden uzaklaştırıp, CHP'yi kapatarak vakıf yapmak dışında bir gelecek tahayyül etmeyen 10 Aralıkçıların, 'yetmez ama evet' diyerek devrimin zihni kolonlarına saldıran liberallerin ve şahsi ikbal peşinde koşan tiplemelerin sığınağı, şişeden çıkmaya çalışan değişim talebinin önünü tıkayan tıpa haline getirdi.
Partisinin oylarını arttıramaması bir yana gibi yukarıda aktardığım ve partinin geleneksel politikalarına taban tabana zıt uygulamaları nedeniyle sadık seçmen kitlesini bile kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya bulunan Kılıçdaroğlu'nun seçenekleri ise sınırlı. Eğer İmamoğlu'nun adaylığını ilan ederek Erdoğan'a şah mat çekmeyi düşünmüyorsa tabii, kendisi dışında Cumhurbaşkanlığını kazanabilecek bir adayı işaret edebilmesi gerekiyor. Daha önceki birçok yazımda da ifade ettiğim üzere, hırsını geçmişte yenmiş bir lider olarak bunu başarabilir. Kendisi kaybedecek bir Cumhurbaşkanı adayı olmak yerine, zamanın ruhuna uygun bir aday önermesi hala mümkün.
6'lı masa içinde Abdullah Gül'e Meral Akşener'in, Mansur Yavaş'a CHP ve HDP tabanının karşıtlığı bilindiğine göre, Ekrem İmamoğlu dışında tüm masa bileşenlerinin ve HDP'nin de karşı çıkmayacağı, uzun yıllardır milletvekili olan, Kılıçdaroğlu'nun Genel Başkan olarak meclisteki parti grubunun en önemli görevlerinden birisi olan bütçe konuşmasını emanet edip parti içerisindeki en ağır sorumluluklardan birini yüklediği, düzen içi ve uluslararası sermayenin birlikte çalışmak isteyebileceği İlhan Kesici dışında bir seçeneği var mı, bilemiyorum.
Tüm bu günübirlik gelişmelerle beraber asıl önemli olan ise zamanın geleceği yaratmadaki belirleyici gücü. Mevcut siyasi iklim ve yürütülen mühendislik çalışmaları, toplumun kılcal damarlarında dolaşan ve yüzeye çıkmak isteyen değişim talebini geçici olarak baskılıyor olsa da, hiçbir tıpa, yeterli basınca sonsuza kadar direnemeyecektir. Basıncı artırmak, süreci kısaltmak ve o güne hazır olmak için doğru tarafta durmaya ve yılmadan çalışmaya devam etmeliyiz.