Umutlanmak istiyoruz çünkü umuda ihtiyacımız var. Son dönemdeki mücadelesine bakarak Kılıçdaroğlu’nun yanlışlarından ders çıkarttığını söyleyerek her defasında bu yanlışları gündeme getirmenin ilerletici olmadığını belirtmiştik. Ama bizim bu düşüncelerimizi tekzip eden başkaları değil bizzat kendisi oldu. Biz her defasında doğrulanan birisi olduğumuz iddiasında değiliz. Neticede ülkemizin demokratikleşmesini, insanımızın hak ettiği şekilde yaşamasını istiyoruz. Fikirlerimizin istikametini bu kaygılar belirliyor. Kalemimiz kişisel ikbalimize hizmet etmiyor. Yanılgılarımızı paylaşmaktan da kaçınmayız. Ama sorumluluk taşıyan siyasetçilerin bizim yanıldığımız türde yanlışlar yapmaya hakları yok. Çünkü onların yanılgılarının, yanlışlarının sonuçları çok ağır oluyor.
Ciddi hukukçular Türkiye’de türban takmanın önünde yasal bir engel bulunmadığını söylüyor. Ne kanun düzeyinde ne de yönetmelik ve genelgelerde türban takmayı engelleyen yasal bir sınırlama yok. Üniversitelerdeki türban yasağı Anayasa Mahkemesi’nin bu konudaki bir kararına değil gerekçesindeki bir yorumuna dayanıyordu. Danıştay’da önüne gelen bir dosyada bu yorumu gerekçe göstererek türban yasağını meşrulaştırdı. Ama uygulama o günkü güçler ilişkisini yansıtıyordu. Rejim içindeki güç ilişkilerine göre kendini ayarlayan üniversiteler bu yasağın uygulayıcısı oldular. Pek çok üniversitede yasak şedit bir biçimde uygulanırken üniversiter anlayışa daha yakın olan yerlerde türban serbestisi vardı. Türkiye’nin evrensel standartlarda bilgi üretimi ve eğitimine en fazla yaklaşan üniversitelerinden olan Boğaziçi’nde bu yasak hiç uygulanmadı örneğin. Türbanlı öğrenciler bir sıkıntı yaşamadan eğitimlerine devam ettiler.
En son 2008 yılında AKP ve MHP Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerini değiştirerek türbana Anayasal düzeyse bir serbesti getirmek istediler. Ancak Anayasa Mahkemesi bu teklifin Anayasa’daki laiklik ilkesinin ihlali anlamına geleceğini düşünerek düzenlemeyi iptal etti. O dönem CHP grup başkanvekili olan Kılıçdaroğlu bu düzenlemeyi Anayasa Mahkemesine götüren isimler arasında yer alıyordu. 2007 yılında Apdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı adaylığı ucube 367 engeline takılınca AKP hızla seçim kararı aldı. Seçimlerden tarihi bir farkla çıktı. Arkasından Cumhurbaşkanlığı seçimi yöntemi değişti ve halkoylaması usulüne geçildi. Bu gelişmeler ve Ergenekon operasyonları ile AKP rejim üzerindeki kontrolünü arttırdı ve önüne çıkan engelleri tasfiye ederek yoluna devam etti.
AKP rejimin sinir sistemini eline geçirip kontrol etmeye başlayınca türban sorunu da kendiliğinden çözüm yoluna girdi. Rektörler değişti, üniversiteler bu defa AKP yakın isimlere geçtiğinde de türban meselesi fiilen gündemden düştü. Bu esnada en küçük bir yasal değişiklik gündeme gelmedi, çünkü buna gerek yoktu. Kamuda türban yasağının önündeki engel ise 2013 yılında bir yönetmelik değişikliği ile ortadan kaldırıldı. Bugün silahlı kuvvetlerden yargıya, kolluk güçlerinden belediyelere kadar hiç bir kurumda türbanlı dolaşmanın önünde yasal bir engel bulunmuyor. Üniversitelerde türbanı engellemek için saçma sapan karar ve uygulamaların altına imza atan yasakçı anlayış bu kıyafetin hedef büyüterek her yere girmesine neden oldu.
Hukukun yasaklamadığı herhangi bir konuda insanlar özgür sayılır. Görüldüğü gibi bugün türbana ilişkin kamu kurum ve kuruluşlarında yasaklayıcı bir durum söz konusu değildir. Bir şeyin yasaklanmadığı yerde o şeye özgürlük tanımanın da gereği yoktur. Hukuk disiplini böyle çalışır. Sadece temel hak ve özgürlükler güvenceye alınır. Bu da en genel ifadelerle yapılır. Türban serbestisini yasa ile veya bir Anayasa değişikliği ile güvenceye almak laiklik ilkesini yok saymak demektir. Anayasa ve kanunlar bu ülkenin hala laik olduğunu söylemektedir. Kılık kıyafet serbestisi ancak din ve vicdan özgürlüğü çerçevesinde düşünülebilir ve bu da yine Anayasa tarafından teminat altına alınmıştır.
Görüldüğü gibi türbanla ilgili mesele doğrudan uygulama ile ilgilidir ve bu da politik güç ilişkilerinin bir sonucudur. Ama toplum bu konuda bir kanaate ve olgunluğa ulaşmıştır. Geleneksel örtünme biçimi olan başörtüsü konusunda toplumun hiçbir endişesi yoktur. Bu örtünme biçimi doğal kabul edilir. Bir kısım seçkin modernlikle bağdaştıramayıp dudak bükse de geleneksel bir kıyafet muamelesi görür. Kimsenin kılık ve kıyafetine karışılmadığı sürece toplumun ulaştığı modernlik seviyesi bunu kendi içinde çözerek gündemden düşürüyor. Bugün türbanla ilgili hadisede de bu olgunluğa ulaşılmış vaziyette.
Kılıçdaroğlu çıkışı ile adeta macunu tüpünden, cini şişesinden çıkardı. Bunun bir ön kesme olduğu iddia ediliyor. AKP böyle bir teklif getirecekti ve Kılıçdaroğlu bu hamle ile onları ters köşeye yatırdı. Şimdilerde bu moda oldu. Her şeyi AKP’den önce söylemek ve ondan gelecek adımı beklemeksizin hamleler yapmak. Bu gündemi belirlemeye ve politik üstünlüğünü ele geçirmeye yarıyormuş. Bu bazı konular için doğru kabul edilebilir ve hakikaten de böyledir. Ama bir alışkanlığa dönüştüğünde büyük yanlışlara da sebebiyet verir. Bir parti programını, vaatlerini ancak iktidara geldiğinde hayata geçirebilir. İktidara gelmek ise inandırıcılığa ve umut olmaya bağlıdır. İnsanlar iktidara geldiğinizde hayatlarının değişeceğine, daha iyi yaşayacaklarına ve sorunlarının çözüleceğine inandıkları an size destek vermeye başlar. Bunun olması içinde mevcut iktidardan umudunu kesmiş olması şarttır. Bir bunalımın pençesinde kıvranan insanları bugün ilgilendiren temel mesele buradan bir çıkış olup olmadığıdır. Bir çıkış olduğuna insanları inandırırsanız size destek verirler. AKP’de böyle bir kriz sonucunda iktidara gelmişti.
Bir diğer açıklama bu çıkışın masadaki muhatapları memnun etmeye, rahatlatmaya dönük olduğu. AKP’den kopan birileri masada bulunma gerekçelerini hala anlatıp izah edememişse bunu oturup kendilerinin düşünmesi gerekiyor. Bu onların kendi yaşadıkları bir politik sorun ve çözecek olan da yine kendileri. Bu konuda özeleştirel davranmamaları, bir adım ileri iki adım geri taktiği izlemeleri inandırıcılıklarının önündeki en büyük problem. Kılıçdaroğlu’nun başkalarının çözmesi gereken bir işe karışması iş güzarlıktır. Bunun yolu bir kez açıldığında isteklerin haddi hesabı olmaz. Partiler büyük koalisyona kitlelerini hazırlarken herkes kendi tabanından sorumludur. CHP’nin masanın en büyük partisi olması ortaklarının her sorununu onun çözeceği anlamını taşımaz. Neticede kurulan masa bir seçim ittifakıdır. Tarihi zorunluluklar partileri bir araya getirmiştir. Kimse kendini tarihin yerine koyup diğerinin önüne bir kefaret çıkaramaz. Buna girildiğinde asıl vebalin Türk sağında olduğu aşikardır. Ama CHP’deki akıl maalesef kendi tarihini daha ileriye değil daha da geriye götürmeye ayarlanmıştır. Bu da beraberinde o tarihle barışık olmamayı ve başkalarını hep haklı görmeyi getirmektedir. Neyse...
Ama tüm bu meselelerin ötesinde şöyle bir hakikat var. Kılıçdaroğlu Türkiye siyasetindeki muhafazakar hegemonyayı sorgusuz sualsiz kabullenmiş. Bu hegemonyadan, ancak ona özenerek, benzeyerek, davranışlarını tekrarlayarak çıkılabileceğine inanıyor. Bu tarz aslolarak modeli aşmak değil teslim olmak, belirleyiciliğini kabullenmek demektir. Halbuki Türkiye’de içine girilen derin yoksullaşma sebebiyle yeni bir hegemonya modeline geçmek için şartlar oluşmuştur. Muhafazakar hegemonya her yerinden tel tel dökülmektedir. Memleket bu geçişin sancılarını yaşamaktadır. Ancak siyasete sıfır toplamlı oyun gibi bakıldığı için AKP seçmenine ancak muhafazakar veya dindar bir söylemle ulaşılabileceği hesap edilmektedir. AKP’nin yirmi yıllık iktidarında bir çekirdek seçmen kitlesi yarattığı, bu kitlenin bilincini dinsel yobazlıkla tahkim ettiği izahtan varestedir. Ama Türkiye tarihinin en büyük bunalımının içinden geçmektedir. İşsizlik, yoksulluk, açlık ve hukuksuzluk herkesi perişan etmektedir. İnsanlar kulaklarını muhafazakar çağrılara değil yaşadığı yoksulluğun nasıl sona ereceğine ilişkin sesleri duymaya açmıştır. Alışılmış, standart kimlikler değil hayatın değişen parametreleri siyasete yol göstermelidir.